7 Temmuz 2011 Perşembe

SOVYETLER’İN ÇÖKÜŞÜNDEKİ - TÜRK’ÜN GÜCÜ


                                 SOVYETLER’İN ÇÖKÜŞÜNDEKİ

                                                TÜRK’ÜN GÜCÜ







                KONU  : Olaylar Sovyetler Birliği’nin Komünist dönemlerinde geçmektedir.
Bağımsız mücadelesi uğruna faaliyet gösteren Türklerin yaşadıkları olaylar hakkındadır.
               Olayların tamamı o tarihlerde yazılmış yabancı arşiv kaynaklarına dayanarak anlatılmaktadır. Bu uğurda şehit olanlar ta o yıllarda bile bir gün hürriyetin geleceğini ve Sovyetlerin yıkılacağını çok net bir biçimde görmüşlerdir.

TURGAY KADİROĞLU







                         SOVYETLER’İN ÇÖKÜŞÜNDEKİ

                                      TÜRK’ÜN GÜCÜ

                           

                            TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA
                                           BELGELERLE

                             
                              MUSTAFA KEMAL ATATÜRK


         ‘’ALLAH NASİP EDER, ÖMRÜM VEFA EDERSE MUSUL, KERKÜK  VE
ADALARI GERİ ALACAĞIM. SELANİK’DE DAHİL BATI TRAKYA’YI TÜRKİYE HUDUTLARI İÇİNE KATACAĞIM.’’
(Lozan Antlaşmasından 9 yıl sonra 1993 yılında Atatürk’le, General Mac.Arthur görüşmesi esnasında Atatürk tarafından söylenmiştir.)

         ‘’ BİZ DOĞRUDAN DOĞRUYA MİLLİYETPERVERİZ VE TÜRK MİLLİYETÇİSİYİZ.’’
( Atatürk’ün S.D.V. Cilt: 1 Sayfa 114 )

                                  CEYHUN HACIBELLİ
                                           1891-1962

         Azerbaycan, Kafkasya ve mahkum Türk İllerinin efsane kurtuluş cephesi liderlerindendir. Azerbaycan Milletinin tanınmış siyasi şahsiyetlerindendir. Ceyhun Hacıbeyli 22 Ekim 1962 yılında Paris’te hakkın rahmetine kavuşmuştur.
         Merhum Hacıbeyli, hayli hareketli geçen 71 yıllık bir hayat yaşadı. Azerbaycan eşrafından maruf Hacıbeyliler ailesine mensup olan merhum 3 Şubat 1891’de Azerbaycan’ın Karadağ Vilayetinin, şairler ve bestekarlar vatanı sayılan Şuşa şehrinde doğdu. Lise tahsilini Şuşa ve Bakü Liselerinin Fen kısmında, yüksek tahsilini de Petersburg Üniversitesinin Hukuk Fakültesinde yaptı. Hacıbeyli Paris’te Sorbon ve Teknik Üniversitede eğitini devam ettirdi.
         71 yıllık ömrünün yarıdan çoğu Paris’te geçen rahmetli, resmi bir vazife ile Avrupa’nın o zamanki siyasi camiasına gelmiş bulunuyordu.  Kendiside Müstakil Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takiben (28 Mayıs 1918), Azerbaycan’ın maruf siyaset adamı ve Parlamento reisi merhum Ali Merdan Bey Topçubaşı’nın riyaset ettiği ve Azerbaycan Cumhuriyeti delegasyonu mensubu sıfatıyla Paris’e gönderilmişti. Azerbaycan Murahhas Heyeti adıyla tarihe geçen bu delegasyonun Versailles Sulh Konferansında Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin hakkını savunacak, bilahare 12 Ocak 1920’de Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin büyük devletlerce fiilen tanınmasını sağlayacaktı.
         Merhum Ceyhun Bey, Azerbaycan Murahhas Heyetinin basın bürosunda görevlendirilmiş idi. Böyleliklere görevinin verdiği yetkilere ve sağladığı şartlara dayanan merhum, Fransız ve Avrupa basını ile temasa geçerek yeni bağımsızlığına kavuşan vatanı Azerbaycan hususunda ilgilere gerekli bilgileri vermeye çaılşarak bir yandan da genç cumhuriyetinin sorunlarının çözümünü Uluslararası platformlara taşıyordu. Hadiselerin seyrine bakıldığında merhum iyi bir diplomat olduğu kanaati bizde uyandırdı.
         Azerbaycan Milli Cumhuriyeti’nin varlığı 12 Ocak 1920’de büyük devletlerce fiilen tanınmıştır. Rahmetli tanınma işlemlerini Uluslar arası Arenada sürdürmeye devam ederken,Kafkasya’nın diğer bağımsız cumhuriyetleri gibi, Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin de bağımsızlık ve egemenlik haklarına saygılı olacağını defalarca tekrarlamış olmasına ve bu konuda Uluslar arası sözleşmelere imza atmış olmasına rağmen Bolşevik Rusya Orduları 27 Nisan 1920’de Azerbaycan’ı istila etmiş ve suretle Lenin başta olmak üzere, Bolşevik liderlerin komünist ihtilali prensiplerine ve uluslararası sözleşmelere ve kendi imzalarına asla sadık olmadıkları görülmüştür.
         İstilayı müteakip Azerbaycan Murahhas Heyetinin diğer mensupları gibi, Ceyhun Bey’de  mülteci sıfatıyla dışta kalarak kurtuluş savaşına devam etme yolunu tercih ediyor. Merhumun kurduğu temaslar ve izlediği siyaset takdire şayandır.
         Aslında muhabirlik merhum Ceyhun Bey için  zor bir alan değildi. Daha genç yaşta iken bu hayata atılmıştı.1905 ve 1917 ihtilalleri arasındaki yıllarda Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’de neşredilen Kaspi, Progres, Bakü, İrşat ve Terakki gibi günlük ve haftalık gazetelerde genç muhabir Ceyhun Bey’in yazıları vardı. Merhum 1917’de Bakü’de çıkan İttihat Gazetesinin ve bilahare de ‘’Müslüman Milli Komitesinin’’ yayın organı ‘’Haberler Bültenini’’ yazı işleri müdürü oluyor. Azerbaycan bağımsızlığına kavuştuktan sonra ise hükümetin resmi yayın organı ‘’Azerbaycan’’ gazetesinin redaktörü oluyor.
         Avrupa’da esas itibariyle 40 yılı basın alanında geçiyor. Avrupa’nın belli başlı bütün büyük gazetelerinde yazıları yayınlanan merhum Ceyhun Bey’in; ‘’İlk Müslüman Cemiyeti Azerbaycan’’ yazısı büyük etki yapar. Ayrıca ‘’Karabağ’’ hakkında kıymetli yazıları basın yayın organlarında yer almıştır.
Merhum Ceyhun Bey’in; ‘’İslam Aleyhtarı Propaganda ve Onun Azerbaycan’daki Metotları’’ başlıklı yazısı büyük etki yapmış bu yazı ABD’de kurulan, ‘’SOVYETLER BİRLİĞİNİ ÖĞRENME ENSTİTÜSÜ’’ tarafından ABD’de gazetelerde yayınlatılmıştır. Rahmeti bu Enstitü ile çok içli dışlı idi ,ABD’de Azerbaycan hakkında seminerler vermesini bu enstitü destekliyordu. Daha sonra 1961 yılında Ceyhun Bey, bu enstitünün yönetimine girdi. Bundan başka Ceyhun Bey 1953 yılında ABD’de faaliyet geçen ve Sovyet Cumhuriyetlerindeki Türk Cumhuriyetlere kendi ana dillerinde yayın yapan ‘’HÜRRİYET’’ adlı radyonun kurucuları ve idarecileri arasına girdi.
         Merhum, aynı zamanda bir Azerbaycan Sevdalısı idi. Azerbaycan ve Kafkasya basının faal yazılarından hiç eksik olmadı. Paris’te Fransızca çıkan ‘’KAFKASYA’’ Münih’te Türkçe yayınlanan ‘’AZERBAYCAN’’ dergilerinin redaktörlüğünü yaptı.
         Rahmetli Azerbaycan musikisi ile de çok yakından ilgilenirdi. Azerbaycan’ın dünyaca ünlü bestekarı Üzeyir Hacıbelli’nin de kardeşi idi.
         Ceyhun Bey, vatanını seven, olaylar karşısında hassasiyet gösteren bir insan idi.Herkese iyilik yapmaktan yardımına koşmaktan zevk alırdı. Azeri topluluklarda bulunmaktan büyük zevk alırdı.
         ALLAH rahmet eylesin, nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun, diyerek anısı önünde saygıyla eğilirim.

        


                                  DİNİN KANUN DIŞI İLAN EDİLMESİ

         Çarlık devrinde Hristiyan olmayan dini camialar meyanında, kanuni bir topluluk olmak üzere, Müslüman camiasının da resmen tanınmış olması, milliyet şuurunun kuvvetlenmesinden sonra dahi, Rusya’daki Müslüman Türklerin kendilerine sadece Müslüman demelerine sebep olmuştur. Bunda bütün Türklerin yaşamakta olduğu ümmet devrinin tesiri de büyüktü. ‘’Müslümanlık’’ bayrağı altında, kanuni yollarla, dini işlerden başka, milli-siyasi ve kültürel işlerin idaresi de mümkün oluyordu. 1905 de teşkil olunan ve bütün Rusya Türklerinin  milli davalarını ele alan teşekküle; ‘’Rusya Müslümanları İttifakı’’ adı verilmiş olması da bundan ileri gelmişti.
         Müslümanlığım, dini ve milli olmak üzere iki türlü fonksiyon ifa etmesi, çarlığın da iki türlü aksülamesini mucip olmakta idi. Yüksek Ortodoks Din Şurası Reisi Pobedonostev’e göre; ‘’İslam’’ manevi sahada kendisiyle mücadele edilmesi imkansız, iman ve taassubun mebaı olan muhteşem bir kuvvettir. Ve bu kuvvete serbest faaliyet imkanları verilmemelidir.’’  Hükümet ise Müslümanlık sayesinde muhtelif Türk Kabilelerinin bir teşkilat etrafında birleşmesinden korktuğu için müşterek bir din idaresinin teşkiline her zaman mani oluyordu.
         Böyle dini ve milli bir camia içerisinde din ulemasının rolü çok mühimdi. Milli varlığın manen ve madden bekası uğrunda din ulemasının vaktiyle tarihi, milli ve medeni vazifesini şerefle ifa etmiş olduğu muhakkaktır. Bunun misaline  Şimali Kafkasya’da, Türkistan’da, Kırım, İdil-Ural ve Sibirya’da rastladığımız gibi, Azerbaycan’da dahi şahit oluyoruz. 19.Asrın ortalarına doğru Azerbaycan’da ki milli iradenin yerine konan Rus Askeri İdaresi din ulemasıyla karşı karşıya gelmişti. Cemiyetinin vicdanından başka adaletin tevzi ve kontrol işleri de bu ulemanın elinde bulunuyordu. ‘’İtaat ediniz Tanrı’ya, O’nun gönderdiği Elçiye ve sizden olan amirlere’’ ayetine sadık kalan bu ulema, şeriat mahkemelerinin verdikleri her  herhangi bir kararın idare makamında oturan bir Rus tarafından infaz edilemeyeceğinde ısrar etmiş ve bu noktadan hareket ederek Azerbaycan’da Rus hakimiyetini hiçbir zaman tanımamışlardı. 19.Asrın ikinci yarısından itibaren, Avrupa Medeniyetinin kabulü üzerinde başlayan ikilik, din ulemasının milli camia içerisindeki mevkiini sarsmış ve cemiyet yeni hayat şartlarını intibak ettikçe, milli camianın idaresindeki rehberlik makamı da Avrupai yeni münevver zümreye intikal etmiştir. Azerbaycan’ın fikir hareketi tarihinde mühim bir yer işgal eden bu, münevver zümre-din uleması ihtilafında, milli uyanışa engel olmak için çarlık her zaman mutaassıp din ulemasının tarafını iltizam etmiştir. (Tarafını tutmuştur)
         Bolşevizm ise münevver zümreyi dine karşı kullanmak istedi. İslam Dininin ortadan kaldırılmasını temin maksadıyla Mirza Feth-Ali ile onun mektebini devam ettiren münevver neslin, din ulemasının cahil kısmı tarafından müdafaa edilen ortaçağ nizamlarına, skolastik zihniyete, eski usul tedrise, hurafet, mevhumat ve batıl itikatlara karşı mücadelelerinden ve eserlerinden istifadeye kalktı. Halbuki Bolşevizmin din hakkındaki görüşü malümdu. Lenin’e göre;
         Marks ile Engels’in birkaç defa tekrar ettikleri gibi Marksizm’in felsefi temelini diyalektik materyalizm teşkil eder. 18.Asır Fransa’sının ve Almanya’da (19.Asrın 1.yarısı) Feyerbach materyalizminin  felsefesini tamamı ile benimsemiş olan bu materyalizm ateisttir, bütün dinlerin amansız düşmanıdır.
         Yine Lenin’e göre;
         Din halka mahsus bir afyondur,-Marks’ın bu vecizesi Marksizm’in din meselesindeki dünya görüşünün temel taşıdır. Bütün çağdaş dinleri ve mabetleri  her hangi bir din müessesesini, Marksizm, her zaman işçi sınıfını istismar etmeye ve uyuşturmaya yarayan birer burjuva müessesesi olarak telakki etmiştir.
         Sovyet istilasının daha ilk günlerinden itibaren mekteplerden din dersleri kalkmış, imam, hatip, vaiz, müezzin ve din uleması yetiştiren cami yanlarındaki mektep ve medreseler yıkılmış ve bu gibi din rehberlerinin hariçten gelmesine de müsaade edilmemiştir.  Aynı zamanda Sovyet Hükümeti’nin  himayesi altında kurulan; ‘’Cengaver Allahsızlar Cemiyeti’’ din aleyhinde geniş surette propagandaya başlamıştır. Bütün ‘’NEP’’ devri (1921-1929), başta fedakar din uleması olmak üzere, cami ile ‘’Cengaver Allahsızlar Cemiyeti’nin’’ mücadelesi parolası altında geçmiştir.
         ‘’Cengaver Allahsızlar Cemiyeti’nin’’ geniş imkanlar vardı. Din  aleyhinde gazeteler, dergiler, risale ve kitaplar neşir ve piyesler temsil ediliyor, konferanslar, mitingler ve kongreler tertip edilerek İslam Dinini yıkmaya çalışıyorlardı. Dini Bayram ve Dini Merasimlerin yapıldığı mukaddes aylarda din aleyhindeki propagandaları daha da şiddetleniyordu. Çoğu zaman din ulemasıyla tartışmaya girerek din aleyhinde kararlar aldırıyorlardı. Bilhassa mekteplerde genç nesillerin zehirlenmesine, ‘’Genç Komünistler’’ teşkilatında din aleyhinde propagandacılar yetiştirilmesine çalışılıyordu. Yalnız milletin müzaheretine güvenen din ulemasının fedakarlığı, bu devirde her türlü takdirin üstünde olmuştur. Hak yolunda ve Allah yolunda irşatlarından (inançlarından) vaz geçmeyen Azerbaycan Ruhanilerinden din uğrunda ızdırap çekenler, sürgüne gönderilenler ve kurşuna dizilmek suretiyle şehadet şerbetini içenler az olmamıştır. Bu devirde Baku ulemasından Şeyh Gani gibi mücahit din ulemasının celadeti dillere destan olmuştur.
         Bütün bunlarla beraber; ‘’NEP’’ devri, ‘’Cengaver Allahsızlar Cemiyeti’nin’’ en sıkışık bir devri idi. Ufak mülkiyetçi burjuva evsafını taşıyan bu devir cemiyetinde mülkiyete, milliyete, aile teşkilatına, milli ahlak, örf ve adalete karşı mücadele tamamı ile aksi bir netice doğurmakta idi. Mülkiyeti, milliyeti ve aile teşkilatını mukaddes telakki eden dinin değeri halk nazarında bir kat daha artmış ve komünistlere karşı nefret de o nispette çoğalmıştır. Mülkiyet esasına dayanan bir cemiyetin yerine insanın şahsiyetini hiçe indiren müşterek mülkiyet sisteminin ikamesi uğrunda girişilen teşebbüse karşı 1929-1931 yıllarında başlayan silahlı mukavemetin din uleması tarafından takdis ve kısmen de sevk ve idare edilmesi bu harekete bir nevi cihat mahiyetini vermiştir.
         Bundan sonra başlayan müşterek mülkiyet esası üzerine kurulu kolhoz devrinde camilerin depo, yatakhane, meyhane, bar ve kulüp gibi eğlence yerlerine çevrildiği ve bir çoklarının tamamı ile tahrip edildiği görülmektedir. Bunlardan yalnız Bakü’deki meşhur ‘’Tazepir’’ camiinin kütüphaneye, Gence’deki ‘’Şah Abbas’’ camiinin ise müzeye tahvil (dönüştürme) edildikleri görülmektedir.
         1936 da kabul edilen yeni Sovyet Anayasasında dinin devletten, mektebin de dinden ayrı olduğu, tasrih edilmiştir. Fakat din hakkındaki kanaati malüm bulunan komünist partisi devletin yegane temeli olarak kalmıştır. 1937 de Azerbaycan Maarif komiseri Mehmet Sadık Efendizade’nin yazdığı bir makalesinde din ulemasıyla dindar unsurların yeni anayasanın temin ettiği hürriyetten istifade ederek faaliyet geçtiklerinden, buna karşı şiddetli tedbir alınması lüzumundan bahsediliyordu. Bu şiddetli tedbirler cümlesinden olmak üzere öğretmenlere mahsus dinsizlik kursları açıldığı gibi Bakü’de ki Şirvanşahlar Sarayı da faaliyetlerini içine alacak bir ‘’Dinsizlik Sarayı’’ da kurulmuştur. Bu saray; ‘’Cengaver Allahsızlar Teşkilatı’’nı, din aleyhinde bir kütüphaneyi, birer okuma ve bir propaganda salonlarını ve din aleyhinde edebiyat ve neşriyat dairesini içine alacak şekilde sureti mahsusada inşa edilmiştir. Sarayın din aleyhinde tertip edecek balo ve müsamereler için hususi salonları da vardı. Bütün bu şiddetli tedbirlere rağmen mülkiyetçi köylü, tüccar, esnaf ve serbest meslek erbabı gibi müteşebbis zümrelerle beraber din ulemasının da bir sınıf olarak tasfiye edildiği 1929-1930 tarihinden 14 yıl sonra bile ‘’Genç Komünistler Teşkilatı’’nın  fikirlerini yayan  Komsomolskaya Pravda Gazetesi 1954 yılının Temmuzunda şunları yazıyordu.
         ‘’Türkistan ve Azerbaycan kolhozlarında,  ekin işlerinin en hararetli zamanında, dini bayramlar yapılmakta olduğu için devlet planları ikmal edilememektedir. Bu dini bayramlarda ekseriya gençliğin, hatta genç komünistlerin de iştirak ettiği görülmüştür.’’
         Sovyet Hükümeti, din hakkında kolhoz devrindeki görüşünü şöyle açıklamış bulunmaktadır;
         ‘’Sovyet Devletinde, sosyalist bir cemiyet kurulduğu sırada, dinin içtimai kökü kurutulmuştur. Din, Sovyetler Birliği şartları dahilinde, insanların şuurunda mazinin kalıntılarını teşkil eder. Bu dini kalıntılar siyasi terbiyesi noksan olan emekçi sınıfının sosyalist cemiyeti kuruluşuna şuurla iştirakine mani olmaktadır.’’
         Dine karşı mücadelenin kanlı bir bastırma şeklini alması da bundan ileri gelmektedir.
NEP   :Yeni İktisadi Siyaset     
     
                 KIRIM’DA TOPYEKUN TEHCİR VE KATLİAM -1-

         2009 yılı Ahıska Türkleri sürgününün 65.yılıdır. 2.Dünya Savaşında Almanlarla savaşmak için cepheye yollanan 40.000 Ahıska Türkünden 25.000’i hayatını kaybetti. Bunların geride kalan yaşlı ve çocukları ise kendilerini sürgüne götürecek demiryolu inşaatında çalıştılar.
         Ecdatları binlerce yıl boyunca Kırım yarımadasında yaşamış olan Kırım Türkleri 1944 yılına kadar, Kırım’ın yegane yerli halkını temsil etmekteydiler. 13-18. asırlarda Kırım Türklerinin Devletçiliği Altınordu’nun Kırım Ulusu (13-14 asırlarda), ve Kırım Hanlığı (15-18 asırlarda) Kırımdan başka Taman, Kuban ve Nogay bozkırları ile Bucak bölgesini de içine alıyordu. Kırım Hanlığının nüfusu 3-5 milyon arasında idi. Bizzat Kırım’da 800.000 ila 1.500.000 arasında insan yaşıyordu. Tarafsız tarih ilmi Altınordu ile Kırım Hanlığı Devletinin, gerek siyasi kudret, gerekse kültür ve medeniyet bakımından Kırım’ın en parlak bir devri olduğunu yazmaktalar. Sovyet tarihçileri son yıllarda tarihi açıkça tahrif ederek bunun tamamı ile aksini ispata kalkışıyor ve Kırım Hanlığını ‘’Kırım haydutlarının yatağı’’ şeklinde ifade ediyor. Diğer taraftan Sovyet tarih ilmi, Kırım’ın Rusya tarafından istilasını ‘’Kırım halklarının tarihinde büyük bir progressif hadise’’ olarak göstermeye yelteniyor ve bu istilaya Kırım’ın Rusya ile yeniden birleşmesi adını veriyor. Sovyet tarihçilerinin, Sovyet hükümetinin Kırım’da icra etmiş olduğu topyekun tehcir ve katliamı ‘’tarihen temize çıkarmak’’ maksadı ile 1952 yılında alel acele uydurdukları iddiaların gerçekler ile taban tabana zıt olduğunu ispata uğraşmaya gerek duymuyoruz. Güneşin doğuşunun şahide ihtiyacı yoktur.
         Bilindiği gibi Rusya’nın Kırım’ı istilası (1783) neticeleri Kırım Türkleri için proggessif olmak şöyle dursun, bilakis onların içerdeki mukadderatları için gayet meşum olmuştur.
         Tarafsız ilmin kabul ettiğine göre, geçen asrın 70. yıllarına kadar, Çarlık hükümeti Kırımda müstemleke siyaseti güdüyordu. Rusya Kırım’ı istila ettikten sonra, yerli, idari, adli ve maarif organları lağvedilmiş ve Kırım Türklerinin maddi medeniyeti geniş miktarda tahribata uğramıştı. Bunu müteakip yerli Müslüman halkı için, sosyal ve dini tahditler koymuş, yüzbinlerce hektar müşterek ve hususi arazi müsadere edilmiş veya çarlık hanedanının emrine verilmişti.
Bu siyaset Kırım Türklerinin 1785’de başlayan ve muayyen fasılalarla 1902 yılına kadar devam eden Türkiye’ye kitle halinde hicretlerine sebebiyet vermiştir ve neticede Kırım’ın yerli nüfusu, bir asır zarfında, geçen asrın 80.yıllarının başlarında 280.000’e inmiştir. Bu meseleyi araştıran tarihçilerin kanaatine göre, 20.asrın başına doğru 1.000.000 ila 1.500.000 arasında Kırım Türk’ü vatanlarını terk etmiş bulunuyor. Bunların torunları bugün Kırım dışında yaşamakta ve sayıları takriben 2.000.000’ u aşmaktadır. Kırım muhacirlerinin bırakmış oldukları topraklara hariçten gelen Rus, Alman, Bulgar, Yunan ve diğer yabancılar yerleştiler.
         Tüm bunlara rağmen 1917 ihtilalinin arifesinde Kırım Türkleri bütün Kırım nüfusunun ekseriyetini teşkil ediyordu. Geçen asrın 80 inci yıllarında Kırım Türkler’i meşhur ıslahatçı İsmail Bey Gaspıralı’nın idaresinde kültür ve sanat yolunda büyük hamleler yaptılar. Yeni tip milli mektepler açılıyor, matbuat ve edebiyat doğuyordu. Buna paralel olarak ta, 1917 yılına doğru, hemen hemen bütün Türk nüfusunun geniş tabakalarını sarmış olan Kırım Türklerinin milli-kurtuluş hareketi hızlandı. 7 Nisan 1917’de Kırım Türklerinin milli-kültür muhtariyeti ilan edildi. Aynı yılın 9 Aralık gününde toplanan kurultay (meclis) 13 Aralık 1917’de Müstakil Kırım Demokratik Cumhuriyetini ilan ve Kırım Milli Hükümetini ilan etti. Bu milli hükümet, Kırım’ı işgal etmeye muvaffak olmuş Bolşeviklerin saldırısına uğradı.
         Nisan 1918 de Alman ordusu Bolşevikleri Kırım’dan kovdu. Aynı yılın mayıs ayında Kırım Demokratik Cumhuriyeti yeniden ihya edildi. Kırım’ın muhtelif halklarından teşekkül eden hükümet, idari ve adli organlarını kurduktan sonra, Kırım istiklalini Türkiye ve Almanya’ya resmen tanıtmaya muvaffak oldu.
         Kasım 1918 de Kırım evvela itilaf devletlerinin askeri-deniz kuvvetlerinin, bunun akabinde de general Denikin’in gönüllü beyaz rus ordusunun işgaline uğradı. 2 yıl sonra ise Kasım 1920 de, Kırım 3.defa olarak Bolşevikler tarafından işgal ve cebren Sovyet Rusya’ya ilhak edildi.
         23 Şubat 1918 de Bolşevikler tarafından katledilen Kırım Milli Hükümetinin reisi Müftü Numan Çelebi Cihan efendidir. Ruhu şad olsun.
                       KIRIM’DA 20 YILLIK İŞGAL VE SİSTEMATİK İMHA
         Daha 2.Dünya Harbinden evvel Kırım’da 20 yıllık Bolşevik hakimiyeti zarfında (Kasım 1920-Kasım 1941) Sovyet Hükümetinin Kırım Türklerini tedricen yok etme siyaseti güttüğünü, 1944 yılı topyekun katliamlarının ise bu imha siyasetinin yalnızca son perdesini oluşturduğunu çok sayıda vesika, materyal ve araştırmalar açıkça göstermektedir. Fakat bunu daha fazla esaslandırmak için tarihi olaylara müracaat etmek lazımdır.
         Bolşeviklerin Kırım’ı, 1920 yılının kasım ayında işgal etmeleri üzerine, kitle halinde vahşice imha siyaseti uygulamaya başlayan meşhur Macar Komünisti Bela Khun iktidara getirildi. Bu imha esnasında 60.000 ila 70.000 arasında Kırım vatandaşı kurşuna dizildi. Bu soykırıma Bolşevikler; ‘’Kırım Türklerine karşı tatbik edilen imha siyasetinin ilk merhalesi’’ adı verildi. Sovyet hükümetine karşı silahlı mukavemet göstermek zorunda kalan bu harekete cevap veren Kırım Türkleri arasında Bela Khun ismi bir felaket timsali haline gelmişti.
         Bir taraftan halkın mukavemeti, diğer taraftan Müslüman Şarkın sempatisini kazanmak arzusu, Sovyet Hükümetini Kırım Türklerine tavizde bulunmaya, soykırımı kesmeye ve 18 Ekim 1921 de Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyetini ilan etmeye mecbur etti.
         Fakat aynı yılda, Sovyet Hükümetinin soyguncu iktisat siyaseti, Kırım’da, Kasım 1921 den Haziran 1922 yılına kadar devam eden korkunç bir açlık doğurdu. Bu meseleyi etraflı bir şekilde tetkik etmiş olan Tatmanlı, Cafer Seydahmet Kırımer ve Doktor Ahmet Özenbaşlı, açlığın yerli köylülerden külliyetli miktarda gıda maddeleri müsadere ve 1921 mahsulünün büyük bir kısmını Kırım’dan ihraç etmiş olan Bolşevikler tarafından, sun’i olarak çıkartıldığını vesikalara dayanarak ispat etmişlerdir. Sovyet Hükümeti yalnız bu açlığın sebebi olarak kalmamış, fakat aynı zamanda, İtalyan Kızılhaç’ının aç Kırım’a yardım talebini red etmiştir. Gene Sovyet Hükümeti açlığı önlemek için hiçbir tedbir almadığı gibi, Türkiye’nin Kırım Halkına yardım maksadı ile yollamış olduğu hububatı da başka taraflara sevk etmiştir. Cafer Seydahmet bu konularda şöyle söylemektedir. Açlık dolayısıyla Bolşeviklerin kalesi olarak bilinen Sivastopol (Akyar) nüfusunun yalnız %11 i ölmüşken, Sivastopol’dan 2 saatlik mesafede bulunan Bahçesaray’da ahalinin %55’ i ölmüştür. G.Aleksandrov da, korkunç açlık yılında 1921’de Kırım’da kurban vermeyen tek Türk ailesi olmadığını açıklamıştır.
         Açlık neticesinde 50.000 kişi Kırım’dan hicret etmiş 100.000 kişi ise ölmüştür. Bu suretle Kırım nüfusu %21 nispetinde azalmıştır. Ölenlerin %60’ı yani 60.000 kişi Kırım Türk’ü idi.
         Bunu takip eden 5 yıl (1923-1927), Kırım Türklerinin, Lenin’in tatbik etmiş olduğu Yeni İktisadi Siyaset (NEP) şartları dahilinde, nispeten normal yaşadıkları kısa bir devir olmuştur. Bu yıllarda ise Kırım’ın Tatarlaştırılması siyaseti güdüldü. Kırım Muhtar Hükümetinin ekseriyeti de Kırım Türklerinden oluşuyordu.Bu dönemde milli mektepler, ilim müesseseleri,müzeler, kütüphaneler ve tiyatrolar açılmış, genç milli münevver kadrosu yetiştirilmişti. Milli edebiyat ve milli matbuat süratle gelişmişti. Nisbi oranda bir din hürriyeti de vardı. Rus dilinin yanında Kırım Türk lehçesi dahi Kırım Devlet dili olarak kabul edilmişti.
         Fakat Kırım Türklerinin bu Milli Muhtariyet dönemi kısa sürdü. Stalin’in iktidara geldiği 1928 yılında fiilen tasfiye edildi. Tatarlaştırılmanın yerini ise Sovyetleştirme aldı. Sovyet Hükümeti, Kırım’ın muhtariyet haklarını korumak için direniş gösteren 350 Kırım Türkünü kurşuna dizdi. Bunun arkasında Kırım’da köy iktisadının cebren kolektifleştirilmesi geldi. Kırımlılar Ural ve Sibirya kamplarına sürgün edildi. Bunları büyük kısmı orada hayatını kaybetti. Aleksandrov bu konuda şöyle diyor;
         ‘’Kırım köylülerini köy köy tasfiye ediyorlardı. Binlerce aileyi yollama kamplarının dikenli tellerini arkasında topluyorlardı.Yumuşak iklimde büyüyen ve öz dağları ile deniz kıyılarını hiçbir zaman terk etmemiş olan insanlar tayga ve tundra’lara göç ettiriliyor ve daha ilk merhalelerde can veriyorlardı.Bu, her hangi bir umumi tedbir olmayıp, topyekun bir imha, bütün bir halkın amansız ve manasız imhası idi.’’
         Alman diplomat Spuler’e göre, Sovyetlerin bu imha siyaseti Aralık 1929 yılında Kırım’ın sahil bölgesi olan Alakat’ta direnişi doğurdu. İsyan Sovyetler tarafından vahşice bastırıldı bir çokları kurşuna dizildi, bazıları zindanlara atıldı bazıları toplama kamplarına yollandı.
         Hadiseleri bizzat yaşamış olan Ömer Mustafa Oğlu’nun  şehadetine göre Bolşevikler 18 Ocak 1930 da isyan bölgesine külliyetli miktarda kara ve deniz kuvvetleri sevk etmek zorunda kaldılar. Bu arada yalnız Uskut isimli bir köyde 350 aile reisi idam edildi. Tevkiflerin sayısı ise binlere ulaşmıştı. 24 Mart 1930 tarihinde Sivastopol’da kurşuna dizilen Uskut köylülerinden 42 sinin ad ve yaşları şöyledir.
İsmail Hoca 79
Çerkez Bekir 75
Komşu Mustafa 30
Osman Muzaffer 31
Hatip 32
Osman Mustafa 19
Hatip Aziz 57
Mazin Ebuleyis 31
Mazin Fahri 25
Şaban İbrahim 45
Hamza Hakim 40
Dudak Mustafa 35
Dudak Muhterem 28
Dudak Kurtömer 50
Mazin İbrahim 60
Kurtahmet Hasan 65
Abdulcelil Ali 45
Voma Ali 65
Karamurza Kurtömer 65
Kirez Ali 26
Kafadar Muzaffer 55
İbrahim Hoca 60,
Manguş İbrahim 75
Manguş Murtaza 20
Bayram Ebubekir 21
Çubar İsmail 43
Pamukçu İbrahim 40
Hoca Ahmet 45
Abdulrezzak Cebbar 80
Tütün İbrahim 50
Hüseyin Çoban Bekir 51
Sofu Halil 60
Arif Çoban Ali 30
Kuku Cemalettin 30
Karamurza Halil 28
Kaşka Hüseyin 22
Dağlı Hüseyin 61
Abdurrahman Bekir 30
Kaytaz İbrahim 43
                  Ruhları şad olsun, mekanları cennet olsun.









                             PROF. AYTEK NAMİTOK
                                          (1892-1963)

         Kafkasya’nın maruf ilim, siyaset ve cemiyet adamı, İstanbul Üniversitesi Fransız Dili Kürsüsü Profesörü Aytek Namitok 27 Temmuz 1963 tarihinde, 71 yaşında iken ani olarak İstanbul’da vefat etmiştir. Sovyetler Birliği Öğrenme Enstitüsü asil üyesidir.
         Merhum milliyeti itibariyle Çerkez olup, bugünkü Adıge Muhtar Eyaletinin Ponejukay köyünde 6 Ocak 1892 yılında dünyaya gelmiştir.  Altın madalya ile Stavropol Lisesini bitiren merhum, 1916 yılında Petersburg Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 1921 de de Sorbonne Üniversitesinden mezun olmuştur.
         Prof.A.Namitok, Petesburg Üniversitesini bitirdikten sonra, Petrograd Barosuna kayıt ediliyor. 1917 İhtilalinden sonra ‘’Birleşmiş Kafkasya Dağlıları Birliği’’ nin temsilcisi olarak Petrograd’da kalan merhum, bu sıfatla, Muvaffak Hükümetin Halk Eğitim Bakanlığı’na bağlı Şura azası, bu Şura’nın gayrı Rus okul işlerini idare eden komisyonun mümessili olmakla beraber, aynı zamanda Bütün Rusya Kurucu Meclisi yanında seçim kanunlarını hazırlayan Özel İstişari Heyetin müzakerelerine de katılıyordu. O, azası bulunduğu Demokratik Birlik tarafından Rusya Cumhuriyeti Meclisine seçilmişti.
         Fakat, 1917’de Rusya’da Bolşevik anarşisi başlayınca  merhum Petrograd’ı terk ederek, geniş siyasi faaliyete giriştiği Şimali Kafkasya’ya dönüyor. Merhum 1918 yılında Dağlık (Şimali Kafkasya) hükümetinin temsilcisi olarak çok miktarda Çerkesin yaşadığı Kuban’a tayin ediliyor. O burada Kuban Meclisi ve Kuban Hükümetinin,adli işlerine memur oluyor. Aynı yılda da Kuban Parlamento delegasyonu sıfatıyla Paris Sulh Konferansına gönderiliyor. Kafkasya işgal edildikten sonra merhum Paris’te kalıyor.
         Prof. A.Namitok 1921-1922 yıllarında Prag’da, Mayıs 1924 yılına kadar da Türkiye’de kaldıktan sonra tekrar Paris’e dönüyor. 1942 yılına kadar Paris’te yaşayan merhum, başta Kafkasya Halklarının tarihi olmak üzere, Çerkez etnoloji, dili ve folkloru alanında ilmi araştırmalarda bulunur.
         Prof. Aytek Namitok 1936 yılından itibaren Fransa’da bazı dergiler gazeteler ve Fransa Maarif Bakanlığı tarafından yayınlanan kitaplar yazdı. O tarihte Batıda İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve diğer dillerde çıkan ilmi dergilerde yayınlanan ve Kafkasya Halklarının dil, edebiyat ve tarihini inceleyen bir çok makalenin de sahibi oldu.
         2.Dünya Harbi sırasında merhum, Almanya’da; ‘’Institut für Kontinental Europaliche Forshung’’ müessesesinin ilmi mensubu olarak Şimali Kafkasya tarihi üzerinde çalışıyordu. Harpten sonra Almanya’da teşekkül eden, Müslüman Komitesi Reisliğine seçilen A.Namitok, bu ağır devirde, Fransa ve  Batı Avrupa’nın diğer memleketlerinde muhtelif elçiliklerle temasa geçerek yurttaşları olan Kafkasya Müslüman ve Hristiyanlarına büyük hizmetlerde bulunmuştur. Merhum 1949 yılında yurttaşlarıyla birlikte Türkiye’ye göç etmiştir.
         Prof.A. Namitok bütün muhaceret devrinde ilmi-pedagojik çalışmaları yanında, aralıksız siyasi faaliyetlerine de devam etmiştir. Son zamanlarda İstanbul’da Şimali Kafkasya Milli Merkezinin reisi bulunuyordu.
         Merhum ilmi ve siyasi faaliyetlerinde, bütün kuvvetini antinasyonalist kominist diktatörlüğüne karşı mücadeleye adayarak, Kafkasya Halklarının tarihini tahrif eden Sovyet sahtekarlarını meydana çıkartıyordu. Bu yüzden ona 1938 yılında Moskova Devlet Üniversitesinin özel bir seminerinde ANGLO-AMERİKAN ve TÜRK AJANI damgası vurulmuştur.
         Prof.A. Namitok’un cenazesi, İstanbul’daki Kafkasya ve Şamili Kafkasya komiteleri tarafından büyük bir törende kaldırılmış ve Karacaahmet mezarlığında ebedi istirahatgahına tevdi edilmiştir. Cenaze merasimine İstanbul ve İstanbul dışında yaşayan eski ve yeni muhacerete mensup çok miktarda Şimali Kafkasyalı katılmıştır.
         Prof.A. Namitok’u Kafkasya hürriyeti uğrunda samimi ve ateşin bir mücadelecisi olarak takdir eden Kafkas çevreleri, onun vefatını derin bir kederle karşılamışlardır. Hayatının sonuna kadar bütün kuvvetini, bütün ilmi bilgilerini Kafkasya’nın kurtuluşu ülküsüne hasretmiş bu Kafkasya Hürriyet Şövalyesinin hatırası, her Kafkasyalının kalbinde ebediyen yaşayacaktır.
         Kafkasya Halklarının bu unutulmaz evladının hatırası önünde saygıyla eğilerek, kendi tarafımdan ve onun bütün yurttaşları namına, merhumun Türkiye’deki yakınlarına, torunlarına, vatanı Kafkasya’da ki yakın akraba ve dostları ile çalışma arkadaşlarına derin taziyelerde bulunurum.
         ALLAH rahmet eylesin, nur içinde yat sevgili Aytek’imiz.

                           SADRİ MAKSUDİ ARSAL

         İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profösörlüğünden emekliye çıkan (ayrılan) Kazanlı Sadri Maksudi Arsal İstanbul Gureba Hastanesinde tedavi altında iken 20 Şubat 1957 de saat 21.30 da bu hayata gözlerini kapamıştır. Doğumu Kazan Yurdunda Taşsu adlı köyde bir imam ailesinde 1879 yılında vukubulmuştur.
         Tanınmış bu fikir ve bilim adamının fani hayatı bu suretle sona ermiş bulundu. Bakalım bu hayata nasıl başladı nasıl geliştirdi.
         Kazan Yurdunun ‘’Kazan Artı’’ denilen bölgesindeki Taşsu Köyü imamı Nizamettin Hocanın üç oğlu vardı. Ahmet Hadi, Selahattin ve Sadreddin.  Bu üç ‘’Hocazade’’den birincisi, anlaşılan, geçen yüzyılın 80. yıllarında tahsil için Kazan Şehrine gelip imam-Müderris Abdülallam Salihoğlu’nun idaresindeki ‘’Gölboyu’’ medresesine girmişti. Onun peşinden henüz 8-9 yaşında bulunan küçük kardeşi Sadreddin’i de 1888 de bu medreseye göndermişlerdi. Küçük kardeş bu medresede 1895 yılına dek sekiz yıl kalmış;  Diniyat ve Arapça öğrenmiş; aynı yılda, Kırım’da Bahçesaray’da Zincirli Medresede muallimlik etmekte olan ağabeyisi  Ahmet Hadi Maksudi’nin yanına gidip, bir yıl kadar Rusça öğrenmiştir. Bu medrese mutad derslere üstelik, talebelere Rus Dili dersleri de veriyordu.
         1872 yılında Kazan’da hükümet tarafından yeni tip ilkokullara Türklerden Rus Dili öğretmenleri yetiştirmek amacıyla bir öğretmen okulu açılmıştı. Rusçasını ilerletmek, dünya bilgilerinden de ülüşünü (yüksek lisans) almak düşüncesiyle genç Sadrettin 1897 de işte, bu öğretmen okuluna devam etmeye başlamıştı.
         Gölboyu medresesinde aynı yıllarda talebe bulunan başka bir ‘’Hocazade’’ Mehmet Ayaz İshaki de tam o yıllarda bu öğretmen okuluna girmişti. (1898)  Daha medresedeyken yenilik öncüsü muharrir ve mütercim Kayyum Nasiri eserlerini ve kimi İstanbul yayımlarını okuyup fikirleri açılmış olan, ve ‘’Şkola’’ da da meşhur Rus Yazarlarının hikaye ve romanlariyle aşinalık peyda eden bu zeki ve uyanık iki gencin kafalarında Türkçe (Tatarca) hikayeler yazmak hevesi uyanmıştı, bu hevesin dürtüsüyle olacak, ki bunlar daha ‘’Şkola’’ da iken hikayeler çarpıştırmaya başlamışlar; hemen-hemen aynı yıllarda (1899-1990) ilk kalem denemesi olan hikayelerini basmışlardı. ‘’İşkolnik’’ Genç Sadrettin Efendinin yazdığı ilk yazdığı hikayenin adı ‘’Maişet’’tir. Konusu henüz gelişmekte olan Kazan Türk ‘’Orta Sınıf’’ mensupları hayatından alınmış olan bu hikaye, yazarının iddiasına göre ‘’Saf Kazan’’ şivesiyle yazılmış Milli hikayelerin tarihen (zaman itibariyle) birincisidir. Arkadaşı Ayaz Efendi sonraları ünlü bir hikayeci ve piyes yazarı olmuşken, Ş.Maksudi’nin hikayeciliği bu ilk eseriyle sona ermiş bulunuyordu.
         Ayaz İshaki ‘’Şkola’’yı 1902 de, S.Maksudi 1901 de bitirip ilkokul Rusça Öğretmenliği hakkını veren çıkış diplomaları almışlardı ama, bu gençlerin ‘’Niyetleri bozuktu’’; ilkokul öğretmeni olmayı düşünmüyorlardı, tahsillerine devam etmek, millet hadimi olmak istiyorlardı. Fakat ‘’Şkola’’dan ayrılınca bu iki gencin yolları da ayrılmıştı. Şöyle ki; İshaki başta ‘’Usulü Cedit’’ mekteplerinde öğretmenlik yapmış, köy imamı seçilmiş, 1905 ihtilali patlak verince imamlığı  bırakıp solcu-politikacı-gazeteci olmuş, hapishanelere atılmış, sürgün yerlerini boylamış, daha sonraları sağcı-milliyetçi-politikacı-gazeteci, ünlü bir hikayeci ve piyes yazarı olmuştu… Acaba arkadaşı Sadri Maksudi ne olmuştu?
         Bu genç elindeki diplomasıyla üniversiteye giremezdi; ayrıca hazırlayıp olgunluk imtihanını vermek isterdi. Onun tahsiline Rusya’da değil de, Türkiye’de veya Avrupa’da devam etmeye karar vermişti. Belki de Kırımda tanıştığı meşhur islahatçı İsmail Gaspıralı’nın teşviki, ağabeyi Ahmet Hamdi Efendinin de tasvibi üzerine 1901 de tahsil için İstanbul yoluyla Paris’e gitmişti. Bu beldede Hukuk Fakültesine girebilmek için bir yıl kadar Fransızca ve Latince imtihanına  hazırlandıktan sonra 1902 yılı kasım ayında bu fakülteye kaydolunmuştu.
         S.Maksudi Paris’te dört yıl kalmış ve bu sırada Kırımlı Tercüman gazetesinde bazı makaleleri de çıkmıştı. Kendisinin bildirdiğine göre, Hukuk Fakültesinden mezun olmakla beraber, Paris’te Edebiyat Fakültesinde ve Collge fe France Mektebinde de bir çok derslere devam etmiştir.
         1906 da, demek Birinci Rus İhtilali günlerinde Rusya’ya dönmüş ise de, bir daha hikayeciliğe dönmemiş; politikacı ve cemiyetçi bir kişi olmuştur.
         Onun bu çalışmalarını İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profösörlüğünden emekliye çıkan (ayrılan) Kazanlı Sadri Maksudi Arsal İstanbul Gureba Hastanesinde tedavi altında iken 20 Şubat 1957 de saat 21.30 da bu hayata gözlerini kapamıştır. Doğumu Kazan Yurdunda Taşsu adlı köyde bir imam ailesinde 1879 yılında vukubulmuştur.
         Tanınmış bu fikir ve bilim adamının fani hayatı bu suretle sona ermiş bulundu. Bakalım bu hayata nasıl başladı nasıl geliştirdi.
         Kazan Yurdunun ‘’Kazan Artı’’ denilen bölgesindeki Taşsu Köyü imamı Nizamettin Hocanın üç oğlu vardı. Ahmet Hadi, Selahattin ve Sadreddin.  Bu üç ‘’Hocazade’’den birincisi, anlaşılan, geçen yüzyılın 80. yıllarında tahsil için Kazan Şehrine gelip imam-Müderris Abdülallam Salihoğlu’nun idaresindeki ‘’Gölboyu’’ medresesine girmişti. Onun peşinden henüz 8-9 yaşında bulunan küçük kardeşi Sadreddin’i de 1888 de bu medreseye göndermişlerdi. Küçük kardeş bu medresede 1895 yılına dek sekiz yıl kalmış;  Diniyat ve Arapça öğrenmiş; aynı yılda, Kırım’da Bahçesaray’da Zincirli Medresede muallimlik etmekte olan ağabeyisi  Ahmet Hadi Maksudi’nin yanına gidip, bir yıl kadar Rusça öğrenmiştir. Bu medrese mutad derslere üstelik, talebelere Rus Dili dersleri de veriyordu.
         1872 yılında Kazan’da hükümet tarafından yeni tip ilkokullara Türklerden Rus Dili öğretmenleri yetiştirmek amacıyla bir öğretmen okulu açılmıştı. Rusçasını ilerletmek, dünya bilgilerinden de ülüşünü (yüksek lisans) almak düşüncesiyle genç Sadrettin 1897 de işte, bu öğretmen okuluna devam etmeye başlamıştı.
         Gölboyu medresesinde aynı yıllarda talebe bulunan başka bir ‘’Hocazade’’ Mehmet Ayaz İshaki de tam o yıllarda bu öğretmen okuluna girmişti. (1898)  Daha medresedeyken yenilik öncüsü muharrir ve mütercim Kayyum Nasiri eserlerini ve kimi İstanbul yayımlarını okuyup fikirleri açılmış olan, ve ‘’Şkola’’ da da meşhur Rus Yazarlarının hikaye ve romanlariyle aşinalık peyda eden bu zeki ve uyanık iki gencin kafalarında Türkçe (Tatarca) hikayeler yazmak hevesi uyanmıştı, bu hevesin dürtüsüyle olacak, ki bunlar daha ‘’Şkola’’ da iken hikayeler çarpıştırmaya başlamışlar; hemen-hemen aynı yıllarda (1899-1990) ilk kalem denemesi olan hikayelerini basmışlardı. ‘’İşkolnik’’ Genç Sadrettin Efendinin yazdığı ilk yazdığı hikayenin adı ‘’Maişet’’tir. Konusu henüz gelişmekte olan Kazan Türk ‘’Orta Sınıf’’ mensupları hayatından alınmış olan bu hikaye, yazarının iddiasına göre ‘’Saf Kazan’’ şivesiyle yazılmış Milli hikayelerin tarihen (zaman itibariyle) birincisidir. Arkadaşı Ayaz Efendi sonraları ünlü bir hikayeci ve piyes yazarı olmuşken, Ş.Maksudi’nin hikayeciliği bu ilk eseriyle sona ermiş bulunuyordu.
         Ayaz İshaki ‘’Şkola’’yı 1902 de, S.Maksudi 1901 de bitirip ilkokul Rusça Öğretmenliği hakkını veren çıkış diplomaları almışlardı ama, bu gençlerin ‘’Niyetleri bozuktu’’; ilkokul öğretmeni olmayı düşünmüyorlardı, tahsillerine devam etmek, millet hadimi olmak istiyorlardı. Fakat ‘’Şkola’’dan ayrılınca bu iki gencin yolları da ayrılmıştı. Şöyle ki; İshaki başta ‘’Usulü Cedit’’ mekteplerinde öğretmenlik yapmış, köy imamı seçilmiş, 1905 ihtilali patlak verince imamlığı  bırakıp solcu-politikacı-gazeteci olmuş, hapishanelere atılmış, sürgün yerlerini boylamış, daha sonraları sağcı-milliyetçi-politikacı-gazeteci, ünlü bir hikayeci ve piyes yazarı olmuştu… Acaba arkadaşı Sadri Maksudi ne olmuştu?
         Bu genç elindeki diplomasıyla üniversiteye giremezdi; ayrıca hazırlayıp olgunluk imtihanını vermek isterdi. Onun tahsiline Rusya’da değil de, Türkiye’de veya Avrupa’da devam etmeye karar vermişti. Belki de Kırımda tanıştığı meşhur islahatçı İsmail Gaspıralı’nın teşviki, ağabeyi Ahmet Hamdi Efendinin de tasvibi üzerine 1901 de tahsil için İstanbul yoluyla Paris’e gitmişti. Bu beldede Hukuk Fakültesine girebilmek için bir yıl kadar Fransızca ve Latince imtihanına  hazırlandıktan sonra 1902 yılı kasım ayında bu fakülteye kaydolunmuştu.
         S.Maksudi Paris’te dört yıl kalmış ve bu sırada Kırımlı Tercüman gazetesinde bazı makaleleri de çıkmıştı. Kendisinin bildirdiğine göre, Hukuk Fakültesinden mezun olmakla beraber, Paris’te Edebiyat Fakültesinde ve Collge fe France Mektebinde de bir çok derslere devam etmiştir.
         1906 da, demek Birinci Rus İhtilali günlerinde Rusya’ya dönmüş ise de, bir daha hikayeciliğe dönmemiş; politikacı ve cemiyetçi bir kişi olmuştur.
         Onun bu çalışmalarını iki bölüme ayırıp anlatmak daha uygun olacaktır. Rusya’da ki çalışmaları ve Türkiye’de ki çalışmaları.
         Rusya’daki çalışmaları üzerine, hele 1917 ihtilalinden önceki, daha doğrusu, iki ihtilal arasındaki devreye ait çalışmalarına ait bilgiler başlıca kendisinden alınmakla beraber, başka kaynaklardan da istifade edilmiştir.
                         RUSYA’DAKİ İKİ İHTİLAL ARASI ÇALIŞMALARI
         Sadri Maksudi Paris’ten döndüğü sıralarda Rusya’da birinci ihtilal (1905 ihtilali) vukua gelmiş, ve bu ihtilalin zoruyla meşrutiyet rejimi ilan edilmişti. Devlet Duması (Rus Parlamento) açılmıştı. Ancak bu yeni Rus Parlamentosunun yazgısı çok hazin olmuştu. Şöyle ki 27 Nisan 1906 tarihinde açılan birinci Duma yalnız iki ay on gün yaşamış, kendisini Çarlık Hükümetine bir türlü beğendiremediğinden 21 Temmuz 1906 da, bir daha toplanmamak üzere kapanmıştı. İkinci Duma ise ertesi yıl mart ayında açılmıştı. Sadri Maksudi’de işte bu İkinci Dumaya Kazan’dan saylav (mebus) seçilmişti. Bu Dumada başkanlık divanı üyeliğine de seçilmişti ama hiçbir iş görememişti çünkü bu Duma yalnız 3 ay 12 gün yaşayabilmişti.  3Haziran 1907 de fesh edilmişti. Üçüncü Dumaya ise seçimler yeni kanuna göre yapılacaktı. Bu kanun gereğince birer sömürge ahalisi sayılan Kuzey ve Güney Türkistan Müslümanları Duma’ya vekil göndermek hakkından mahrum edildiler. Kafkasya Müslümanlarının da bu hakkı son derece kısıtlanmıştı. Ancak tüm bu kısıtlamalar rağmen 3. Dumaya Sadri Maksudi girmişti. Duma aşırı milliyetçi Rus üyelerin çoğunluğunda olduğu için kazasız belasız 5 yıl atlatılmıştı çünkü muhaliflere söz hakkı yoktu onlar sadece kenarda oturdular ancak tüm bunlara rağmen Sadri Maksudi aşağıdaki konuları Duma kürsüsünden dile getirebildi.
1.      Rus göçmenlerini yerleştirmek için Kazak-Kırgız Türklerinin ziraata elverişli topraklarının dahi ellerinden alınması politikasını protesto niteliğindeki konuşmaları,
2.      Türkistan’ın Müslüman köylerinde devletçe vodka satış yerleri açmaya yönelik protesto konuşmaları,
3.      Rusya’nın boğazlar siyasetine karşı söylenen nutuk; bu nutuk Türkiye basınında da olumlu yankılar verdi,
4.      Türklerde (Rusyadaki Türklerde) siyasi ırkçılık ve Turancılık bulunmayıp, sadece TÜRK BİRLİĞİ duygusu bulunduğunu belirten nutuk; S.Maksudi bu nutkunda Rus Milliyetçilerini de çileden çıkartan sözler söyledi. ‘’ DÜNYADA BÜYÜK BİR TÜRK MİLLETİ VARDIR, OLMUŞTUR, OLACAKTIR VE BU MİLLETİN VARLIĞINA VE GELECEĞİNE HİÇ BİR KUVVET ENGEL OLAMAYACKTIR.’’
5.      Türkiye ile Bulgaristan arasında baş gösteren siyasi gerginlik dolayısıyla Rusya’nın Türkiye’ye harp ilan etmesi meselesi Duma’da görüşülürken Rusya Türklerinin böyle bir harbi katiyen istemedikleri ve bu çeşit harbin onların ruhunda çok acı bir facia yaratacağını belirten nutuk,
6.      Maarif (eğitim) bütçesinde Türk Mektepleri için hiçbir ödenek  ayrılmamış olduğunu tenkit eden nutuk,
7.      S. Maksudi’nin Duma’nın bir oturumunda görüşülmekte olan somut bir meseleden soyut bir meseleye geçmek suretiyle söylediği bir nutkun hikayesi şudur; bir gün Rus Parlamentosunun toplanma yeri olan Tavrid Sarayının çatlağı ve onun onarımı üzerine müzakere sürüp giderken Sadri Maksudi söz almış kürsüye çıkmış, nutkuna başlamış. Fakat az sonra tavan çatlağını bir kenara bırakarak, asıl önemli çatlağın Duma’nın teşrii kuruluşunda bulunduğunu, çünkü Türkistan gibi koca bir ülkenin Müslüman ahalisinin bu teşrii kuruma vekil göndermekten yoksun bırakıldıklarını söylemeye çalışmış ve asıl onarılması gereken çatlak bu önemli çatlaktır demiştir. Ancak yoğun bir gürültü ve protesto arasında konuşmasını kesmek ve kürsüden inmek zorunda kalmıştır. Bu konuşma Türk Milletlerinde etki yaratmıştı.
         3. Duma’da Sadri Maksudi ayarında çalışkan ve konuşkan başka bir Kazanlı Mebus bulunduğunu iddia edemeyiz. Bu Duma’da 10 Müslüman mebus vardı ki, yedisi Kazan ve Ural Türklerinden geriye kalanlar Azerbaycanlı ve Şimali Kafkasyalıydı. Maksudi vekil iken heyetle beraber İngiltere’ye gidip gelmiş Orenburg’lu altın madencilerinden zengin bir adam olan, Vakit ve Şura gazetelerinin sahibi Şakir Ramioğlu’nun kızı ile evlenmişti. Daha sonra Kazan Barosuna kayıt olmuştur.
         Seçimleri 1912 yılında yapılan 4.Duma’ya S.Maksudi seçilememiştir. Artık Kazan şehrinde avukat olarak yaşamını sürdürmeye devam etmiştir.
                                        1917 İHTİLALİ
         Kendisi 4. Duma’da vekil değildi, ancak üyesi bulunduğu Kadet Partisinin merkez kongrelerine katılmak için gitmesi nedeniyle ihtilal günlerinde Petrograd’da bulunuyordu. Hatta bir Kadet Kongresinde Rusya Müslümanlarının her zaman bu parti ile birlik olacağını da ilan etmişti.İşte o sıralarda Maksudi iktidardaki Kadet üyeleriyle anlaşarak Türkistan’ın idaresine ihtilal hükümeti adına el koyacak olan’’Türkistan Komitesi’’ üyeliğini kabul etmişti.
         Burada şunu da belirtmek isterim, Rusya Müslümanlarının ileri gelenleri ve ‘’Müslüman İttifakı’’ adlı siyasi partinin kurucuları da daha 1905 Birinci Rus İhtilali günlerinde sosyalist ve cumhuriyetçi olmayan partilerin en solcusu olan bu parti ile işbirliği yapmışlardı ve ‘’Müslüman İttifakı’’ partisinin siyasi-iktisadi programı da Kadet Partisi programının hemen-hemen  tıpkısı idi. Bu Müslüman siyasi partisini kuranlar arasında, Azerbaycanlılardan Ali Merdan Bey Topçubaşı, Kırımlı İsmail Bey Gaspıralı, Kazanlılardan Avukat Ebussuud Athem, Avukat Seyid-Giray Aklin, Muharrir Yusuf Akçura gibi tanınmış kimseler bulunuyordu.
                            SADRİ MAKSUDİ TÜRKİYE’DE
         Türkiye’ye gelince ilmi incelemelerine hız vermiştir. Memleketin sosyal-ilmi ve siyasi hareketlerine katılmış, çeşitli konular üzerine konferanslar vermiş, ilmi eserler yazıp yayınlatmıştır. Bu durumda büyüklerin hele hele Gazi’nin büyük teveccühünü kazanmıştır. Sık sık Gazi’nin sofrasına çağrılmıştır.Kısacası o yeni vatanı olan Türkiye’yi tamamen benimsemiştir.
         Sadri Maksudi Atatürk’ün sağlığında iken iki devre 1930-1934 devresinde ŞebinKarahisar’ından, 1934-1938 de ise Giresun’dan mebus olmuştur.
         Ankara Hukuk Mektebinde (Sonraları Fakülte) 18 yıl hocalık yapmış 1945 yılında İstanbul’a tayin olmuştur. İstanbul Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış ve orada Ordiyaryus Profesörlüğe yükselmiştir ve sonunda yaş haddinden emekli olmuştur.
5 yıl emekli kaldıktan sonra 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den Ankara milletvekili olmuştur.
         Kendisine Allah’tan rahmet dileriz, mekanı cennet olsun.


                            CENGAVER ALLAHSIZLAR CEMİYETİ

         Azerbaycan Ruhani İdaresinin dergi, gazete veya risale halinde dini bir neşriyatı yoktu. Buna mukabil 1920 yılından bu yana Azerbaycan matbuatı din aleyhinde propaganda yazıları ile doludur. Yalnız bu yazılarla iktifa edilmiyor, din aleyhinde propaganda için tiyatro sahnelerinden ve radyodan istifade edilmekte, mukaddesata karşı, bilhassa ramazan ve muhterem aylarda protesto mitingleri tertip edilmektedir.
         Azerbaycan’da; ‘’Cengaver Allahsızlar Cemiyeti’’ kurulduktan sonra bütün bu faaliyet bir merkezden idareye başlamış, faaliyet metodik ve muntazam bir şekil almıştır.
         Daha sonra 1924 yılının nihayetlerinde gazeteler, komünist Partisinin Bakü Komitesi yanında din aleyhinde propaganda için hususi bir komisyon teşkilini teklif etmeye başlamışlardı. 1925 yılının Ocak ayı nihayetlerinde Türkçe Kommunist gazetesinde Bakü’de ‘’Allahsızlar İttifakının’’ muvakkat bürosu teşkil ve nizamnamesi ilan olundu.
         ‘’Allahsızlar İttifakı’’ cengaver dinsizlik şiarı altında bütün ‘’Şuurlu’’ işçileri ve köylüleri birleştirecek ve onların manen dinin nüfuzundan kurtulmalarına yardım edecekti. Din aleyhinde propagandaya mahsus bir program tanzim etmek için Müslüman, Hristiyan ve Musevi dinleri için üç komisyon teşkil olunmuştu.
         Aynı yılın Ağustos ayında toplanan müşaverede Müslümanlar arasında propagandanın çok zayıf olduğu anlaşılmış ve din aleyhinde Türkçe ders kitapları ve bir de gazete neşrine karar verilmiştir.
         ‘’Allahsızlar Cemiyeti’’ dinsizlik kursları tesis etmiştir. Bu kurslarda aşağıdaki program üzerine tedrisat (eğitim) yapılıyordu. Komünistlere göre hilkat-ı alem, biyoloji,medeniyet tarihi,dini itikatların teessüs ve inkişafı, din ve sınıf mücadelesi… Müslümanlara mahsus ayrıca şu dersler vardı. Hz.Muhammed’den evvel Araplar’ın durumu, İslam’ın doğmasına sebep olan amiller,Kuran’ın neden ibaret olduğu, Hz. Muhammed’in başlıca savaşları, Peygamberden sonra  İslam, Dört halife devrinde hakimiyet kavgası, Ali ve Muaviye, Hüseyin ve Yezid harplerinin motifleri,İslam’da siyasi partiler, Bahailik.
         1926 yılında çağırdığı umumi Bakü Konferansı münasebeti ile neşrettiği beyannameden ‘’Allahsızlar Cemiyeti’nin’’ 1200 azaya malik olduğu anlaşılıyordu. Konferansta 14 şubeye malik bulunan cemiyetin faaliyetine karşı dindarların kuvvetli bir mukavemet gösterdikleri kaydolunmakta idi. Buna karşı alınan tedbirlerden biri de, traktörlerin ‘’Allahsızlar Cemiyeti’nin’’ bulunduğu köylere ve bu cemiyete yazılacak köylülere verilmesine dair idi.
         Vicdanlar üzerindeki bu tazyik ve teröre bakmayarak 1927 de toplanan Allahsızların Bakü Konferansı, 3000 azadan yalnız % 25’inin Azerbaycanlı olduğunu esefle tespit etmiştir.  1928 de toplanan üçüncü Bakü Konferansı  4.500 azadan yalnız % 29 nispetinde Azerbaycanlı olduğunu  kaydetmektedir.
         Mekteplerde çocuklara  dinsizliği tedris ve telkin etmek için muallimlere (öğretmen) mahsus ‘’dinsizlik kursları’’ tesis edilmiş, Bakü’deki Şirvanşahlar sarayı ‘’Dinsizlik Müzesi’’ne çevrilmiş ve dinsizler için hususi bir ‘’Allahsızlar Sarayı’’ inşa olunmuştur.
         Bu sarayda ‘’Cengaver Allahsızlar Cemiyeti’’ne dinsizlik kütüphanesine mahsus  yerler, dinsizlik mütalaa salonu, din aleyhinde neşriyat kısmı ve din aleyhinde konser ve balo salonları ayrılmıştır.
         İşte, ihtilalin Azerbaycan’a verdiklerinden bazıları bunlardır.


                                  SOVYETLER BİRLİĞİNDE İSLAMİYET

         Bugün Sovyetler Birliğinde ekseriyeti Türk aslından olmak üzere 45 milyon Müslüman bulunmaktadır. (1901 yılı) 9.Asırdan itibaren İslamiyet’i kabul eden bu kavimler, Tataristan’da (Kazan), Sibirya’da, Türkistan’da ve Kafkasya’da yerleşerek kendilerine has bir hayat tarzı yaşamışlardır. Bir sayfa Kuran yaprağı ile yüzyıllarca ibadet eden ve sonunda o tek sayfayı da yakalatarak 30 yıl cezaevinde yatan Müslüman vardır Sovyetler Birliği’nde. Bu ülkelerin Müthiş İvan zamanından başlayan (Kazan Çarlığı) ve 20.asrın başlangıcında biten (Hiyve ve Buhara) istilası uzun zaman sürmüş ve şiddetli mukavemetlere maruz kalmışlardır. Elbette, bu mukavemetlerin muharriki(sebebi), kendilerini Rusya’dan ayıran dini, kültürel ve milli hususiyetler olmuştur.  Bu mukavemetlerde milli ve medeni menfaatlerin yanı başında şahsiyeti şekilleştiren, terbiye eden ve başka bir dine mensup hakimiyetlere biat etmemeyi  amir bulunan İslamiyet’in büyük bir rolü olmuştur.
         İşte, ilk sıralarda dini bir tarikat olup, sonraları gayrı adilane harplerin tesiriyle dini bir tarikattan askeri-siyasi bir teşekkül haline gelerek çarlığın tehacümünü 80 senelik bir müddet için geriye atan Kafkasya müridizminin menşeini de bu İslami esaslarda aramak lazımdır. Tek başına Şeyh Şamil, Kafkasya İstiklal Mücadelesini 25 sene idare etmiştir.
         Rus Askeri yetkililerinden General Fadeyev, o sıralarda şöyle yazıyordu;
         ‘’Kafkasya Dağlılarıyla yaptığımız harp, Mısır’dan Japonya’ya kadar yürüyerek geçebilmemize imkan verecek kadar büyük bir orduya lüzum göstermektedir.’’
O tarihlerde Karl Marks Şeyh Şamil’in hayranlarından olup, Çerkezlerin kahramanlığından heyecana gelmiş ve şöyle demişti;
         ‘’ Milletler! Onlardan ders alınız. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduklarını görünüz.’’
         Müslüman ülkelerini kendi imparatorluğu içine alan Çar Hükümeti, bu ülkelerin milli ve medeni hususiyetlerini katiyen dikkate almayarak umumi imparatorluk kanununu tatbik ediyor, bu milletlere ancak din hürriyeti vermek suretiyle İslam şeriat kanunlarından istifade etmek haklarını tanımış bulunuyordu. Rus İmparatorluğu’nun Medeni Kanunu’nun 10. cildinde yer hususi maddelerde mesela şöyle diyordu; ‘’ Müslümanların miras meselesine gelince,onlar kendi miras meselelerini Müslüman Şeriat Kanunlarına göre hallediyorlardır.’’ Müslümanların dini işleriyle meşgul ruhani idare tesis edilmişti. Müslüman mektepleri olduğu gibi muhafaza edilerek bu mekteplerde din eğitimi serbest bırakılmıştı. Buna mukabil, umumi tahsil mekteplerinde ana dili ile eğitime yasak getirilmişti.
         Bu durum ancak 1905 senesi inkılabı sıralarında değişmiş ve iyiliğe doğru bir istikamet almıştı. Nijni Novgorog şehrinde A.Topçubaşı, İsmail Gaspıralı ve Yusuf Akçura gibi ileri gelen Müslüman büyüklerin teşebbüsleriyle ilk Rusya Müslümanları Kongresi toplanmış ve bu kongrede ‘’Rusya Müslümanları Birliği’’ adı altında siyasi bir teşekkül kurulmuştu. Aynı kongre ikinci defa 1906’da Petesburg şehrinde ve üçüncü defa yine Nijni Novgorod şehrinde toplanmıştı. Burada söz alan İsmail Gaspıralı; ‘’Ağır baskı altındayız, aramızda elbette Rus Hükümetinin ajanları da olabilir, ama  Rusya’nın Kızıl Meydana yığdığı maket silahlarla dünyaya kafa tutmasını anlamış değilim’’ diye konuşma yapmıştı.
         Toplanan bütün kongrelerde, kongreyi davet edenler milli kültür, din ve mektep meseleleriyle meşgul olmuş ve bu hayırlı faaliyetleriyle milletleri üzerinde oldukça müspet tesirler uyandırmışlardı. İşte bu çalışmalar sayesindedir ki, kendi fikir arkadaşlarını Devlet Duma’sına (Parlamento) geçirebilmiş ve bu suretle Duma’daki ‘’Müslüman Fonksiyonunu’’ teşkil etmişlerdi. Bu fraksiyon milli, bilhassa mektep, ana dilinde eğitim meseleleri üzerindeki çalışma ve nutuklarıyla ün kazanmıştır.
                            ŞUBAT İNKILABI VE İSLAMİYET
         Rusya Müslümanları, Şubat İnkılabını büyük bir heyecan ve ümitlerle karşıladılar. Mamafih, mevcut hükümet iktidarda uzun süre kalamadığından, milli talep ve dilekleri gerçekleştirme işine tamamen yaramamış ise de alelumun imparatorluk çapında demokratik hürriyetler, din hürriyeti ve mekteplerdeki eğitimin ana dillerinde yapılmasını müspet bir şekilde halletmişti. Diğer meselelerin halli ise, bütün Rusya Müessesan Meclisinin davet edileceği zamana bırakılmıştı. 1917 senesinin Nisan ayında  Moskova’da vukubulan Müslüman Kongresinde ileri sürülen milli-toprak muhtariyeti meselesi de halledilmesi gereken meseleler arasında idi.
                             İSLAMİYET VE BOLŞEVİZM
         İslamiyet ve Komünizm iş sahasında ancak Ekim İhtilalinden ve Sabık Rusya İmparatorluğunda iktidar Bolşeviklerce ele geçirildikten sonra ilk defa olarak karşılaşmıştır.
         Komünizmin kurucuları Karl Marks ve F.Engels, Allah’ı inkar etmekle beraber, her hangi bir dinin zamanla mahdut, geçici tarihi bir hadise olduğunu ispata çalışmışlardı.
         Lenin, nazariyat bakımından din hususunda yeni bir şey söylememiştir. O, ancak Karl Marks’ın ‘’Afyon’’ una bir parça ‘’Sivuha’’ (Fena kokulu Rus Votkası) ilave etmiş netice de din meselesi hususunda Mark-Lenin’in aşağıdaki görüşü meydana gelmiştir. Mesela, Lenin bu hususta şöyle mütalaa vermektedir; ‘’Din-halkın afyonudur. Din bir nevi manevi sivuha’dır ki sermaye köleleri kendi insani tavırlarını bu suda boğuyorlardır.’’
         Dikkate şayandır ki Lenin gerek nazariyat ve gerekse icraat sahasında İslamiyet aleyhine bir kelime bile olsa dahi bir söz söylemiş değildir.  Bir devrimci olması nedeniyle Lenin, şark dünyasını göz önünden kaçırmamış ve bu düşünce ile de İslamiyet hakkındaki taktiğinde daima ihtiyatlı davranmıştır. Bununla beraber her vesile ile umumi şekilde dini tel’in etmiş ve bütün dini müessese ve tarikatlara karşı kati bir mücadele seferi açılması fikrini öne sürmüştür. Lenin bu hususta şu mütalaayı yürütmektedir.
         ‘’ Din ile mücadele etmemiz gerekir. Bu bütün materyalizmin, binaenaleyh Marksizm’in alfabesidir. Dinle mücadele meselesini, dinin içtimai köklerini çürütmeye matuf bir sınıf mücadelesinin ameli sahadaki faaliyetine bağlamak lazımdır.’’
         Bu düşünce tarzı Lenin’in Müslümanlara karşı daha lütufkar bir tavır takınmasına mani olmamıştır. 24 Kasım 1917’de Sovyet Komiserler Heyeti Hükümeti  bütün Rusya ve Şark Müslümanlarına hitaben şu bildiriyi açıklamıştır.
         ‘’ Bundan sonra dininizin, adetlerinizin, milli kültür müesseselerinizin serbest ve masum olduğunu ilan ediyoruz. Kendi milli hayatınızı hür ve engelsiz olarak kurunuz….İhtilali koruyunuz ve onun selahiyetli hükümetine yardım ediniz.’’
Bu ilandan birkaç gün sonra, yani 1917’nin Aralık ayında bütün Rusya Müslümanları Kongresine, Petersburg umumi kütüphanesinde bulunan (Şimdi Semerkant’tadır) Hz.Osman’a ait Kuran-ı Kerim takdim edilmişti.
         23 Ocak 1918 de kilisenin devletten ayrı olduğuna dair verilen emirnamede Sovyet Hükümeti, her vatandaşın arzu ettiği dini yaşamasında serbest olduğunu bildiriyordu.
         Hiç şüphesiz Bolşevikler, bütün bu parlak vaatleri o tarihlerde had şeklini bulan vatandaş muharebesi içerisinde Müslümanları kendi faydalarına kullanmak maksadı ile ortaya atmak lüzumunu hissetmişlerdi.
         10 Mart 1918 de toplanan Rusya Komünist Bolşevik Partisi Kongresinde Lenin, Türkistan ve Kafkasya gibi milli bölgelerde yapılan harekata daha fazla ihtiyatla davranılmasını taleple, ‘’Bir milletin inkişafını, proletaryanın  burjuva unsurlarından gayrı kabili içtinap ayrılış zamanını beklemek lazımdır’’ şeklinde konuşmuştu. Proletaryanın bu ayrılış zamanını beklemekle beraber, Stalin Azerbaycan ve Dağıstan’da ‘’Hedefe ulaşmak için doğrudan doğruya çevirme hareketini’’ tavsiye ediyor ve 6 Kasım 1920 de Dağıstan’da vukubulan halk kongresinde tantanalı bir şekilde, ‘’Eğer Dağıstan Halkı arzu edecek olursa, biz onun şeriat kanunlarına hürmet edeceğizdir’’ fikirlerini ileri sürüyordu. Lenin’in diğer iş arkadaşlarından S.Korav, 21 Nisan 1921 de Sovyetleştirilmiş Şimali Kafkasya Cumhuriyeti Kongresinde bu şekilde konuşuyordu; ‘’Sizin şeriatınız vardır. Bizim ise Moskova’da bir şeriatımız yoktur. Kendi şeriatınızı bırakınız da bizim Moskova mahkeme formüllerini kabul ediniz dersek hakikaten gülünç bir şey olur.’’
         Velhasıl, vatandaş muharebeleri sıralarında, Müslüman ülkelerinde müstakil demokratik cumhuriyetlerin mevcut bulunduğu tarihlerde ve halk isyanlarının buhranlı anlarında, Sovyet Hükümetinin parlak vaadlerine, yalan ve hilelerine ehemniyet vermiyordu. Hakikaten Dağıstan Sovyetleştirildikten sonra bir Şeriat Halk Komiserliği bile kurulmuş ama, pek uzun ömürlü olamamıştı. Vatandaş muharebeleri muvaffakiyetle sona erdikten ve müstakil milli cumhuriyetler ortadan kaldırıldıktan sonra ‘’Sulh zamanı kuruculuğu’’ devresi başlayınca, halk kitleleri arasına materyalistçe dünya görüşünü sokup yaymak mücadelesi, dini boğmak hareketleri, Bolşevik tabiriyle; ‘’darbeli’’ bir tarzda şiddet bulmuştu. Artık Komünist Partisi işe sarılmıştı. 1923 yılında toplanan  Komünist Parti Kongresi’nde ‘’Din aleyhtarı propagandaların vaazına’’ dair esaslar kabul edilerek kararnamelere bağlanmıştı. Mesela bu kararnamenin Müslümanlara ait kısmında şöyle deniliyordu;
         ‘’ Cumhuriyetler Birliğine dair  30 milyon Müslüman Ahalisinin bu güne kadar dokunulmadan muhafaza ettiği ve inkılap aleyhtarı maksatlar için faydalandığı dinle her milletin hususiyetini göze alaraktan bu batıl fikirlerin ortadan kaldırılması icap ed en tarz ve metotları tespit etmek lazımdır.’’
         Aynı kongrede, dinle mücadele için propaganda kadrosu vücuda getirilmesi karar altına alınarak ‘’Allahsızlar Birliği’’ adlı bir teşekkül de kurulmuştu.  Yine aynı maksatla Moskova’da ‘’Allahsız, Dinsiz’’ ve ‘’Din Aleyhtarı’’ adları altında gazete, mecbua, risaleler, İslamiyet’de dahil olmak üzere halk kitlelerine mahsus çeşitli din aleyhtarı eserler neşredilmeye başlanmıştı. ‘’Çarpışan Allahsızlar Birliği’’nin  merkez şurası reisi M.Yaroslavski şöyle diyordu; ‘’Dine karşı savaş, mücadele eden Leninizm’in şekillerinden biridir.’’
         Bazen parti ve hükümetin, Allahsızlık mücadelesinde çok fazla farkına vardığı da oluyordu. Mesela, Komünist Partisi’nin aşağıya aldığımız bir kararnamesi bu cihedi açıkça göstermektedir. Karar şudur;
         ‘’ Merkez ve vilayetlerde çoğu zaman kastı mahsusla yapılan kabaca hareketler, dini eşyalara, dini adab ve rüsumata (geleneklere) karşı hakaret, emekçilerin dine ait batıl fikirlerden kurtulmaları işini tesri değil, bilakis geriye atarak müşkül bir duruma sokmaktadır.’’
         Bu gibi kararlar ve beyanatlar bu işle meşgul olanları akıllandırmıyor ve müspet bir mana ifade edemiyordu. Zira, bu kabil sözler, ancak sopayı daha nazik bir şekilde kullanmaktan başka bir maksat gütmüyordu.
         İslamiyet’i amansızca takibat, son haddini bulmuştu. Camiler kapanmış, kulüp eğlence yeri yahut anbar haline getirilmişti. Kapanan camilerin miktarı hakkında  bir fikir beyan edebilmek için, Türkistan’da 14 bin, İdil-Ural’da 7 bin, Kafkasya’da 4 bin, Kırımda bin, toplam 26 bin caminin kapatılmış olduğunu söylemek kafidir.
         Şunu kaydetmek gerekir ki, 1938 yılında Kırım’da bir tek cami bile bırakılmamıştır. Dahası var, İslamiyet’e ve Tanrı’ya karşı hakaret, inanılmayacak bir dereceyi bulmuştu. O tarihlerde Kızıl Tataristan adlı bir derginin yazdıklarına bakınız.
         ‘’ 8 Martta toplanan kadınlar kongresinde (Dünya Kadınlar Günü) domuzculuk meselesi görüşülüyordu. Şimdiye kadar bizim, Kuran’a bağlı Tatar Köylü Kadınları domuzculuk işleriyle meşgul bulunmuyorlardı. Şimdi ise Tatar Kadınları Allah’tan korkmuyor ve eski batıl itikatlardan kendilerini kurtarıyorlardı. Tatar kadını, Allah’ı, peygamberleri, mollaları ve mütegallibeyi yenmiş, domuz ise İslamiyet’e galebe çalmıştır.’’
         Müslüman mektepleri kapatılmıştı. Müslüman din adamları ve din alimleri ya imha edilmiş ve yahut da sürgün yerlerine yollanmışlardı. Büyük şehirlerde din aleyhtarı propaganda müzeleri kurulmuştu. Bütün bu tedbirlere rağmen, dini hissi öldürüp yok etmek kolay olmamış ve İslamiyet hatta komünistler arasında bile mevkiini muhafaza ederek başarı kazanmıştı. Şöyle ki, Sovyet matbuatı (basını), eski zihniyetin komünizm kuruculuğu işine engel olduğundan ve Müslüman Cumhuriyetlerindeki dini merasimlere, bağlı değil yalnız eski neslin, gençlerin hatta genç komünistlerin bile katıldığından şikayetle bu durumu itiraf etmek zorunda kalmıştı. Hatta eyalet mahallerindeki komünist reisler, imanlı halkı kızdırmamak için zorla da olsa dini adaba uygun davranmayı tercih ediyorlardı. Yani burada şunu görmekteyiz, Rusya’nın parçalanması için alt yapı hazır hale gelmişti, bu açıkça kendini gösteriyordu, ancak ABD’nin neden hala düğmeye basmadığı yada basmakta gecikme yaptığı anlaşılır gibi değildi. Belki de başka bir süper gücün dünyaya varmış gibi gösterilmesi sanıyoruz ki onun bir politikası gereğidir. Yani hayali bir düşman yaratma yada gösterme taktiği. Fakat belki şu da olabilir, alt yapı kurmuş olduğu Sovyetlerin gücünün olmadığı doğru ama lider konumuna etkili olamadığı için ayaklanma yada özgürlük mücadelesinin çok kanlı sonuçlanmasını istemişte olabilir.
         Tataristan Sovyet Cumhuriyeti’nde vaktiyle Troçki’nin de takdir etmiş olduğu meşhur Komünist Sultaniyelev, nazari ve emeli olarak İslamiyet’i komünizm ile bağdaştırmak teşebbüsünde bulunmak suçuyla itham edilerek idamdan kurtarılamamıştı. Aynı suretle, Türkistan’da Özbekistan Sovyet Cumhuriyet’i Komiserler Heyeti Reisi Sovokosov, Azerbaycan’da Komiserler Heyeti Reisi Bünyatzade, Dağıstan’da Korkmazov, Samurski ve başkaları idam edilmişlerdi. Özgürlük mücadelesindeki bu yiğitleri rahmetle anarız. Kitlevi bir hal almakta gecikmeyen bütün bu ithamların esbabı mucibesi, ‘’İnkılap aleyhtarı ruhanilerinfaaliyet ve cevvallerini’’ himaye etmekten ibaret idi. Vaktiyle Sovyet Hükümetinin  muvaffakiyet elde etmesine yardımları dokunmuş, sonradan ise kendi işini yapmış zenci kabilinden feda edilen Müslüman komünistlerin ithamlarında ileri sürülen esbabı mucibe hakkında bir fikir edinmek için bir misal vermek kafidir. İddianamede denildiğine göre, Samurski iktidarda olduğu zaman mollalar, irticai bir vasıf taşıyan şeriat adetlerinin tatbikini talep etmek cesaretinde bulunuyor. Kolhoz iştirakçilerine karşı Sovyet aleyhtarı beyannameler dağıtıyorlardı.
         Stalin’in anlattığına göre, ithamlar yalnız dini mahiyeti haiz esbabı muciberle kalmıyordu. ‘’Milletlerin babası’’ diyor ki; ‘’Burjuva-demokratik milliyetçiliği, komünizmden inhiraf, bazen şarkta Panislamizm ve Pantürkizm şekline girerek Rusya’da Ekim İhtilalinden sonra Sovyet hakimiyeti ile mücadele silahı gibi kullanılmıştır.’’
         Bu sözlerden anlaşılıyor ki, Sovyetler Birliğindeki din aleyhtarlığı mücadelesinin silahı, her şeyden evvel, başlıca olarak Müslümanlara çevrilmiştir. Bu kanaatimizi W.Kolarz’ın şu sözleri teyit eder mahiyettedir.
         ‘’Rusya İmparatorluğu’nun şark vilayetlerinde alelumun şarkta millet ile din hemen hemen aynı şey olduğundan, bu yerlerde yapılan din aleyhtarı mücadele, aynı zamanda milli kültür ve ananelerle de mücadele niteliği taşımıştır’’ bu da geri tepmektedir.’’
         Bu düşüncenin en bariz delili, 1943 ün nihayeti  ve 1944 ün başlangıcında bir milyona kadar Kırım ve Kafkasya Türk-Müslüman’ının  müthiş bir şekilde imha edilmeleridir. Hatta bu meyanda Çeçenler, İnguşlar, Karaçaylı’lar, Balkar’lar ve Kırım Türkleri anayurtlarından tamamen temizlenmişlerdir. Katliamlar, tasfiye, tehcir gibi kitlevi imha hareketleri ve buna benzer caniyane tedbirler, Sovyet şartları altında oldukça sessiz ve pürüzsüz bir şekilde tatbik edilerek her hangi bir dahili buhrana sebebiyet vermeden geçmektedir. Komünist Partisi ve Sovyet Hükümeti  daha doğrusu aynı şahıslar yine iktidarda bırakılıyorlardır. Çünkü Sovyetler Birliğinde parlamento ve adliye yoktur. Hiç şüphesiz başka bir memlekette böyle bir parti iktidarda kalamazdı. Kafkasya’da yapılan katliamdan ve ekilmemiş bakir toprakları elde etmek bahanesiyle İslav kitlelerinin Türkmenistan’a yerleştirilmesinden maksat, hiç şüphesiz bu ülkelerde  etnografik İslamiyet seddini ortadan kaldırmak ve Kafkasya ile Türkistan’ı Orta ve Yakın Doğu ülkelerine propaganda taarruzlarında ve askeri tecavüzlerde bulunmaya yaracak bir üs haline getirmektir.
         Sovyetler Birliğinde dine karşı durum, haddızatında İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra derhal iyiliğe doğru bir hal göstermiştir. Daha 29 Haziran 1941yılında Baş Piskopos bir beyanname ile devlete müracaatta bulunarak ahaliyi duaya davet etmiş, Allahsızlar Birliği’de kapatılmıştı. Aynı yılın Eylül ayında da ‘’Allahsız’’ adını taşıyan mecmuanın yayını durduruldu. Ayrıca Moskova Radyosu da ‘’Hıristiyan Saatleri’’ diye bir yayın saatleri ayırmıştı. Baş Psikopos Sergey, Baş Patrik payesine yükselmiş ve Stalin tarafından da kabul edilmişti.
         Hemen hemen aynı tarihlerde bütün Sovyetler Birliği Müslümanları için de müftülük tesis edilmişti. Yeni tayin edilmiş müftü, Abdurrahman Resulov’un riyaseti (kontrolü) altında Ufa şehrinde Müslümanlar Kongresi toplanmıştı.
         8 Eylül 1943 yılında Sovyet Hükümeti şimdiye kadar takip etmiş olduğu din siyasetinin değişeceğini resmen ilan etmek lüzumunu hissetmiştir. Bir ay sonra ise dinin serbest olduğu hakkında beyanname yayınlandı. Fakat bütün bu değişiklikler, Yüksek Sovyet Şurası Reisi Kalinin’i; ‘’Komünist bilgisi, dini bir hurafat addediyor ve insanın dinden kurtulması yolunda çarpışıyor’’ gibi bir beyanatta bulunmaktan da alıkoymamıştı. Harp sona erince, Kalini’nin söyledikleri derhal kendini göstermeye başlamıştı. Şöyle ki, 1946 yılında din aleyhtarı propaganda yeniden başlayarak bu sahada resmi şahsiyetler faal bir rol oynamaya başladılar.
         Sovyet din siyaseti, riyakarlık (iki yüzlülük), kahpelik ve ikili oynamaya dayanmaktadır. Sovyet anayasası, şeklen din hürriyetini tanımış görünmektedir. Sovyet Anayasası 124. maddede şu satırlar vardır.
         ‘’ Vatandaşların vicdan hürriyetlerini temin gayesi ile Sovyetler Birliği’nde kilise devletten, mektepler de kiliseden ayrılmıştır. Her vatandaş dini ayin, dini adap ve usullere bağlı kalmakta hür olduğu gibi, din aleyhtarı propaganda faaliyetlerine de devam etmekte serbesttir.’’
         Tamamen ikiyüzlülük, bir tarafta böyle yazıyor, diğer tarafta ‘’Din Afyondur’’ diyerek katliamlar yapıyor. Dinle mücadele etsin diye cemiyetler kuruyor. Bütün bu musibetlerin (kötülüklerin) anası Komünizm’dir.
                             İSLAMİYETLE İDEOLOJİK SAVAŞ
         İslamiyet, Sovyet İstilacılarının şarktaki komünizm hareketlerine engel olan mühim olaylardan biri olmaya devam etmektedir. Bunun içindir ki, Kremlin idarecileri, her vasıtayı mübah görerek İslamiyet seddini kaldırmak yolunda canla başla çalışmaktan geri durmuyorlar. Bu gaye uğrunda bütün vasıta ve imkanlardan istifade edilmektedir. Bu meyanda Müslüman Şarkın müstemleke veya yarı müstemlekelerinde güya milli-kurtuluş hareketine mani oluyormuş gibi, İslamiyetin esaslarını sarsarak yıkmak için ilmi de seferber hale getirmişlerdir. Sovyetler Birliğinde İslamiyete dair kaleme alınmış ve Moskova’daki Sovyetler Birliği İlimler Akademisi damgası altında intişar eden bir çok eserler, kalın kitaplar, ilmi araştırmalar mevcuttur. Ancak bütün bu eserler kendi deyimlerine göre; ‘’Halkı dini sersemlikten kurtarma ‘’ amacı taşımaktadır.
         Burada şöyle bir çelişki görmekteyiz. Din eğer gerçekten sersemlik yada afyon ise neden buna anayasanda yer veriyorsun? Bu sorunun cevabını Kremlin’in bilginlerinden de beklemek abesle iştigal etmektir. Onlar iman yolunda insanlar değillerdir. N.Smirovi kendi kampanyasında şöyle yazmaktadır;
         ‘’İslam dininin, istismar eden sınıfları ve müstemleke rejimini himaye ve müdafaa işindeki rolünü ifşa etmek ve şark milletlerini esaret altına almak için başlıca olarak Amerikan emperyalistlerince istifade edilen Panislamizm (Türkçülük) ideolojisinin mürteci, halk aleyhtarı mahiyetini açığa vurmak gerekir’’ Yani Rusya İslam’dan ve Türkçülük akımlarından hep korkmuştur. Birtakım uydurma Sovyet Alimleri Kuran üzerine çok çalışmalar yapmış olup aşağıdaki uyduruk görüşleri kamuoyuna açıklamışlardır. Hatta Hz.Muhammed hakkında efsane uydurmaktan bile çekinmemişlerdir. Sovyet İslamiyetçisi L.Klişeviç de şöyle yazmaktadır; ‘’ Muhammed, muhayyel bir şahsiyettir ki, İslamiyet’in menşei bu hayali şahsiyetle izah edilmiş ve bu gün de edilmektedir.’’ Sovyet Alimleri, İslamiyet’in Asya feodalizminin bir ideolojisi olduğu fikrini ortaya atmışlardır. Kuran varlıklı sınıfların hakimiyetini müdafaa için uydurulmuş olup, ticari kapitalizmin bir mahsulüdür, düşüncesine varmışlardır. Bunlar aslında hep korkunun varlığını ve bir gün çökecek olmalarının sıcaklığını enselerinde yaşıyor olmaktan kaynaklanan sözlerdir.
                           SOVYETLER’İN İSLAM DİNİNDEN İSTİFADELERİ
         L. Klişeviç adı geçen eserinde şöyle demektedir. ‘’Memleketimizde kalıntıları muhafaza edilen dinlerden bir de Orta Asya, Kazakistan Sovyet Cumhuriyetleri, Kafkasya, Tataristan, Başkırdistan ve Rusya Federatif Cumhuriyetlerinin bazı bölgelerindeki bir kısım ahalinin mensup olduğu İslam dini yahut Müslümanlıktır. Bu din, daha fazla, bir çok Asya, Afrika medeniyetlerinde yayılmıştır’’
         Bu satırlardan anlıyoruz ki Sovyetler Birliğinde İslamiyet, ‘’Geçmişin kalıntıları’’ olarak tanınmaktadır. Ancak kağıt üzerinde yani anayasalarında bu dini resmen ve zorla da olsa tanımışlardır.
         Yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden dolayı, geçmişte Sovyet Hükümeti ve Komünist Partisi Sovyetler Birliğinde  bir çok Müslüman milletlerini imha etmiş, İslam dininin zahiren de olsa adab ve geleneklerine saygı beslememiş, Müslüman-komünist üyelerini bile katletmiş ve cezalara çarptırmıştır. Bununla beraber İslamiyete karşı zaman zaman gösterilen müsamahakar tavrın, komünistlerin merhamet hisselerinden değil de İslamiyeti Sovyet Emperyalizmi ve müstemleke (işgalci) siyaseti için bir alet gibi kullanmak arzusundan ileri geldiği açıkça bellidir. Unutmamalı ki bütün Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerinde Arap harfleri tamamen kaldırılmış yerine Kril (Rus) harfleri konulmuştur. Çocukların din dersi almaları da yasak edilmiştir. Gerçekte alfabe, mektep, hürriyet ve Müslümanların dini hisselerine saygı ortadan kaldırılmış ama kağıt üzerinde İslamiyet muhafaza edilmiştir. Bu tamamen iki yüzlü bir siyaset olup, İslamiyet’i dünyaya hakim olmak isteyen Sovyet Hükümeti’nin istila emellerine hizmet eden bir alet gibi kullanmak maksadı ile yapılmıştır.
Mukaddesatı istihza, riya ve hilekarlık hareketleri, cidden Sovyet topraklarında ahlakın her türlü hudutlarını aşmış bulunmaktadır. Bir zamanlar Stalin şöyle demişti; ‘’ Biz, Türkistan’dan örnek bir cumhuriyet, inkılabı şarka götürmekle mükellef bir ileri karakol vücuda getirmişizdir.’’
         Bu gün Sovyet idareciler; ‘’Stalin ileri karakolu’’nu daha da genişleterek, Sovyetler Birliği’nde şu Müslüman Ruhani-Bölge idarelerini kurmuşlardır. Bütün bunlardan amaç İslamiyet’i kullanarak, kendi siyasi düşüncelerine alet ederek Sovyet Devrimini daha ileri ülkelere yaymak için alt yapı oluşturmaktır.
  1. Orta Asya ve Kazakistan Ruhani İdaresi, Merkezi Taşkent.
  2. Sovyetler Birliği Avrupa kısmının Ruhani İdaresi, Merkezi Ufa.
  3. Şamili Kafkasya ve Dağıstan Ruhani İdaresi, Merkezi Buynaks.
  4. Maveray-i Kafkasya ve Müslümanları Ruhani İdaresi, Merkezi Bakü.
Sovyet Müslüman ülkelerinin cumhuriyet merkezlerinde din ve camilerin yanı başında din aleyhtarı propagandaya da yer verilmiştir. Bu propaganda, sözün ona ilmi ve teknik bilgiler veren cemiyetler tarafından yapılmakta ve bu suretle Komünist Partisi’nin nezareti altında din aleyhtarı propagandaların hususi kurlarında propagandacılar kadrosu yetiştirmektedir. Yine camilerin yanı başında Azerbaycan, Şimali Kafkasya, Türkistan, Tatar-Başkırdistan ülkelerinde din aleyhinde sergiler kurulmuş ve din aleyhtarı müzeler yeniden tesisi edilerek sayıları İkinci Dünya savaşından evvelki sayısına nispeten birkaç misli artmıştır. Burada Sovyetlerin dini faaliyetleri denetim altında serbest bırakmasının bir sebebi de ülkedeki rejim aleyhtarı kişilere ve faaliyetlere ulaşma çabasıdır. Sovyet yöneticiler rejim aleyhtarı çok kuvvetli ve ABD destekli bir alt yapının olduğunu hissediyorlardı. Çünkü tüm Sovyet liderler yatak odalarına kadar dinleme altında idi.
Mesela Moskova Camii İmamı Ahmetcan Müstafi, 11 Mayıs 1956 da Ramazanda Müslümanları oruç tutmaya davet etmiş ve Kuran-ı Kerim’e göre, oruç tutmanın mecburi olmadığını ispata çalışmıştır. Kuran-ı Kerim sadece devlet denetimi altındaki camilerde bir tane bulunurdu ve imama zimmetli idi bunun dışında Kuran bulundurmak ağır bir suç idi.  Gene mesela Çarlık Rusya’sında Hacc amacıyla Mekke’ye 20 bin ziyaretçi her yıl gider iken, Komünist yönetim devrinde bu rakam yılda 20 ye kadar inmiştir. Zaten Komünist Rusya’da seyahat yasağı vardı, bu yirmi kişide tamamen göstermelik olarak hacc’a gönderilmiş olup devletin imamlarından ibarettir. Gene Çarlık Rusya’sında bir Cuma namazında üç bin kişi toplanırken daha sonra Cuma namazları yasaklanmıştır.
         Komünist Moskova Radyosu, Arap ülkeleri halkı üzerinde tesir uyandırmak için Arapça yayın yapardı ve konuşmanın son bölümünü Kuran’dan ayetlerle kapatırdı. 25 Şubat 1957 tarihinde Moskova Radyosunda konuşma yapan Müftü Babahan şöyle demektedir; ‘’Sovyetler Birliği’nin Merkezi Asya Cumhuriyetlerinde Müslümanlar için tam manası ile dini hürriyet mevcut bulunmaktadır.’’ Ancak Sovyet Siyasetinin ve tecavüzünün Müslüman Şark Ülkelerine sızmasını önlemek amacıyla Müslüman Ülkeler arasında ‘’Bağdat paktı’’ vücuda getirilmiştir. Bu nedenle Orta Doğu ve Yakındoğu heğ gergin yaşamıştır.
         Hindistan, Pakistan ve Endonezya gibi bir çok Müslüman ülkeler kendi milli istikballerine kavuştukları ve devlet mekanizmalarında bir tek Avrupalı bırakmadıkları halde, Kafkasya, Türkistan ve bir çok Avrupa ülkesinin Sovyetleştirilmiş memleketleri Moskova’dan tayin edilen komünist amir ve memurlarının hakimiyetine maalesef son verememiştir. Bunların baskısı altında inlemektedir. Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerinde tüyler ürpertici siyasi cinayetler ve katliamlar alabildiğine ilerlemektedir. Komünist yöneticilerin İslam’ı çökertme planlarının akıbetine gelince bu konuda tarafsız yazarlardan Arthur Pelegrin şöyle demektedir; ‘’ Dünyadaki bir çok ideler, iymanlar ve sistemler sarsılıp çöktüğü halde, İslamiyet, tek bir sistem, tek bir iyman ve tek bir düşünce gibi metanetle ayakta durmaktadır, ömrümüz yeterse İslam’ın Komünizmi yendiğini göreceğiz.’’
         Sovyet esareti altındaki hayat göstermiştir ki, İslamiyet’i halkın gönlünden koparmanın imkanı yoktur. Binaenaleyh, Sovyet Hükümetlerinin Sovyetler Birliği dahilinde ve haricinde gerek Müslüman ülkelere gerekse Müslüman olmayan ülkelere karşı izlediği siyaset yanlıştır, sonu inşallah yıkım olacaktır.







                           SOVYETLER TÜRK’TÜR TÜRK KALACAKTIR

         ‘’Tarih Meseleleri’’ dergisi tarafından tertip edilen tarihçiler konferansında Sovyetler Birliği İlimler Akademisinin Tarih Enstitüsü Müdürü A.L.Sidorov, 1928’de  toplanan birinci konferanstan beri Marksist tarihçilerin bir araya gelmediklerinden şikayet etmiş ve Sovyetler Birliği’nde Marksist Tarihçiler Cemiyeti’nin kurulması için bütün imkanların mevcut olduğunu zikrettikten sonra M.N. Pokrovskiy’i hatırlatmıştır. M.N.Porkrovskiy’e Tarih Meseleleri Dergisinin daha evvelce bir baş makale tahsis etmesi de dikkatini çekmişti.
         Ortodoksal bir Marksist sayılan M.N.Pokrovskiy, nisbi hürriyetin, hususi mülkiyetin ve şahsi teşebbüsün muvakkaten hakim bulunduğu ‘’NEP’’ devrinde Sovyet Tarihçiliğini rakipsiz hakim bir mektep haline getirmeye muvaffak olmuştur. Tasfiyeye uğrmadan öldükten sonra Troçkizm ile suçlandırılarak eserleri kanun dışı ilan edilen M.N.Pokrovsky, hakiki bir Marksist görüşüyle Rus Tarihini, kölelik, feodal, ticaret kapitali, sanayi kapitalizminin hakimiyeti, Rus Emperyalizminin Doğuşu, Rus Sömürgeciliği, İşçi Sınıfının Teşekkülü, Proleterya İhtilali gibi devirlere ayırır ve her hangi bir milletin tarihi gibi sınıf mücadelesi halinde mütalaa ediyordu. Bugün Sovyetlerde mevcut resmi kanaatin hilafına (muhalefetine) olarak Doğu Avrupa’nın milattan önceki devirlerdeki asıl yerli ahalisinin Slavlar olmadığını ve Slavların burada milattan çok daha sonra yani 17. Asırlarda gözüktüklerini yazan Pokrovskiy’e göre;
         ‘’ Bugünkü Rusya Ahalisinin Slavca konuşması, Slavlardan oluştuklarına dair deliller işaret etmez. Latinceden gelme dillerden birinde konuşan bugünkü Fransızlar’da ırken Romalı değillerdir. Bunlar sonraları Romalılar tarafından itaat altına alınan Kelt’lere mensup idiler. Bugünkü Rusya bozkırlarında Slavlarla beraber başka milletlerin ve dillerin de yaşamakta olduğunu kesin olarak bilmekteyiz. ‘Moskova’ ‘Oka’ ve ’Klyazma’ gibi kelimelerin Fince olması vaktiyle bu yerlerin Finlerle meskun bulunduğunu göstermektedir. Hala da yaşamakta olan bu Finlerin bir kısmı yalnız dillerini kaybetmemişlerdir. Finlerden öteye, doğuya doğru çok daha sonraları itaat altına alınan Çuvaş, Mari ve Ceramis gibi başka milletler yaşamakta idi. Böylelikle konuşmakta olduğumuz bu günkü Rus-Slav dili, damarlarımızda akan kanın da Slav kanı olduğunu ispat etmez.’’
         Yine bu günkü hakim zihniyetin tamamı ile zıddı bir kanaat olan Pokrovskiy’e göre, ilk Rus Devletinin tarihinden bahseden Rus Kuruluşlarının 9. Asır ortalarında, yani Slavlar hakkında ilk bilgilerden üç asır sonra kurulduğunu iddia ettikleri ilk devlet dahi Ruslara ait olmadığı gibi Ruslar tarafından da  kurulmamıştır;
         ‘’Rusya Bozkırlarında ilk büyük devletleri kuranlar Orta Asya’dan gelen Hazarlar’la (Hazar Türkleri), İskandinav Yarımadasından gelen Varyag’lar olmuştur. Sonraları Hazarları mağlup eden bu Varyaglar Avrupa Rusyasının hakimi kesilmişlerdir. En yeni tarihçilerin bazen bu hakikati inkara kalkışmaları patriyotik, yani milliyetçilik duygularından ileri gelmektedir. İlk hükümdarlarının yabancılardan ibaret oluşunu, onlar Slav Ruslarının milli izzetinefisler (gururları) için ağır buluyorlar. Halbuki bu, 18. Asrın ortasından itibaren Rusya’nın, Romanov adı altında Alman Kontları  idare edilmesinden daha ağır değildi. Çünkü 1.Petro’nun kızı Elizabeht evlat bırakmadığından hakiki Romanovların nesli 1761 de nihayete ermiştir. Keza adlarını bildiğimiz Novgorod, Kiev prenslerinin de İşveçli olmaları hiçbir mana ifade etmez. Asıl mühim olan nokta bu İsveçlilerin esircilik yaptıkları ve esir ticaretiyle meşgul olduklarıdır… Bu suretle ilk Rus Hükümdarlıkları ‘Esir ticareti yapan’ eşkıya çetesinden ibaret olmuştur. Bu kadar acımasız ve merhametsiz oluşları kanlarının bozuk oluşlarından ve aşağılık duygusu içinde olmalarından da gelmektedir.’’
         Hazarlardan evvel ve sonra Doğu Avrupa’ya hakim olan muhtelif Türk Boy ve Ulusları ve onların en müteşekkili ve uzun ömürlüsü olan Altınordu Türk Devleti hakkında ve bu devletin Moskof Çarlığı’nın teşekkülünde başlıca amil olduğuna dair etraflıca malumat veren Pokrovski’nin Slavların Doğu Avrupa’da il zuhuru hakkındaki kanaati 2.Dünya Harbinin sonlarına kadar itibarını muhafaza edebilmişti. Harp neticesinde Sovyet Hudutlarının Garba doğru genişlemiş olması ile ilgili olarak, Sovyet tarihçiliği Komünist Partisinin yeni direktifleri ile karşılaştı. Sovyet tarihçiliği Rus Milletinin yeni işgal edilen memleketler ve milletler üzerindeki ‘’Tarihi Hakkını’’ ispat etmekle mükellef tutuluyordu. Yani işgale uluslar arası arenada kılıf bulmaya çalışılıyordu.  24 Mayıs 1945 yılında Kızılordu Kumandanları şerefine Kremlin’de verilen ziyafette Stalin’in Rus Milletini ‘’Sovyetler Birliğine dahil bütün milletlerin en üstünü’’ olarak övmesinden sonra harp yıllarında hakim olan ‘’Sovyet Vatanperverliğine’’son verilmiş ve resmen Rus Milliyetçiliği dönemi başlamıştı.
         Stalin bu tarihi nutkunu, Doğu Avrupayı Rus olmayan milletlerden temizleye ve burada halis bir Rus vatanı yaratmak, bütün milletleri Ruslaştırmak yolunda ilk adım olmak üzere, Kırım, Karaçay, Balkar, Çeçen, İnguş, Kamlık ve Volga boyu Almanların topyekun tehcire ve katliama tabi tutulmasından bir yıl sonra söylemiş olması da dikkate şayandır. Bundan sonra ‘’İlim’’ perdesi altında yapılan sahtekarlıklar, tehcir ve katliama uğrayan milletlere karşı savrulan ‘’İhaneti Vataniye’’ iddialarının asıl menşeini saklamak içindir.
         Rus Arkeoloji İlmi Vistul, Dnesper, Dneper, Don ve Volga havzalarında, yani Sovyetler Birliği’nin bütün Avrupa kısmında, doğu Slavlarında eskiden beri yerli halk olduğunu ve kenardan gelme olmadıklarını ispat edecek maddi deliller bulmaya mecbur edilmektedir.Bu ‘’Ana’’ vatanın civar ve etrafını teşkil eden Baltık Boyu, Tuna Havzası, Şimali Kafkasya, Sibirya, Türkistan, Kırım ve diğerleri ise 3. ve 4. asırlardan itibaren Slavlar tarafından işgal olunmuş gibi gösterilecektir.
         Rusların Kırım üzerinde ‘’Tarihi haklarını ispat’’ için Kırımdaki Simferopol) Akmesçit şehrinde Sovyetler Birliği ilim adamlarının iştirakiyle Mayıs 1952 de bir konferans toplandı. Konferansa riyaset eden akademisyen B.D.Grekov, açış nutkunda, ‘’Kırım tarihi meseleleri’’ ni Marks ve Lenin metodolojisinin ve Stalin’in ‘’Marksizm ve dil bilgisi meseleleri’’ gibi eserinin ışığı altında tetkik edilmesinin lazım geldiğini ve bu sayede Sovyetler Birliği tarihine dair bir çok meselelerin yeni baştan tetkik edilmesi mümkün olduğunu iddia etmiştir.
         Stalin öldükten sonra artık ‘’Beşer’’ zekasının en yüksek zirvesi değildir, bütün zamanların ve milletlerin en büyük alimi makamından da düşürülmüştür. Fakat bir zamanlar (1945-1953) yıllarında dahiyane addedilen Marksizm ve Dil Bilgisi Meseleleri üzerine yapılan tarih ilmindeki sahtekarlıklar olduğu gibi durmaktadır.
         Miletlerin tarihi tahrif edilmeye devam ediyor.
Bilhassa Sovyet esiri Türklerin tarihi üzerinde yapılmakta olan sahtekarlıklar tam manasıyla manevi bir katliam şeklini almıştır.
         Garpte ve yeni işgal memleketlerde esaret altına alınan milletler Slav ve Rusların Avrupa Medeniyetini kuran ilk millet olduğunu, bu hususta Latinlere bile takaddüm ettiklerini telkine çalışıyorlar.
         Şarkta muhtelif kabilelere parçaladıkları Türk Topluluğunu dil, din, alfabe ve kültür hazineleriyle tarihi mazilerinden koparmaya, onları soysuzlaştırmaya çalışılıyor, yeni nesile ve geniş halk kitlelerine yalnız Rusya’ya’ya ilhak sayesinde medeniyete kavuştukları telkin ediliyor.
         Şark ve Garp için bütün yeni tarih kitapları hep bu iki görüş doğrultusunda yazılmakta, yani Sovyet esaretindeki bütün milletleri tek bir dil ve tek bir kültür etrafında sosyalistik bir Sovyet Milleti haline getirmek için uğraşılmaktadır. Sovyet Komünist Partisi’nin bütün kongrelerinde maalesef hava bu şekildedir.


                         ALEKSANDR VLADİMİROVİÇ YURÇENKO
                                                    (1904-1962)

         Sovyetler Birliği Öğrenme Enstitüsü asil üyesi, aynı zamanda Enstitü İlim Şurası Başkan Yardımcısı, Münih’teki Hür Ukrayna Üniversitesi Profesörü ve Şevçenko İlim Cemiyeti üyesi, Ukrayna milliyetçilerinden, annesi Kırım Türk’ü olan değerli insan, kendini Sovyetler’in dağılmasına ve Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlık mücadelesine adamış ilim ve irfan sahibi Prof.Dr.A.V. Yurçenko 28 Haziran 1962’de şaibeli bir kaza neticesinde aramızdan ebediyen ayrılmıştır.
         Yurçenko, 18 Kasım 1904 yılında Kiyev’de dünyaya gelmiştir. Kiyev Lisesini bitirdikten sonra, Kiyev Halk Ekonomisi Enstitüsünün Hukuk Fakültesine giden müteveffa, bu fakülteden 1926 yılında mezun olmuş, fakat bununla yetinmeyerek 1929’da Ukrayna Halk Eğitimi Komiserliği Devlet Komisyonu önünde imtihan vermek suretiyle, yüksek tahsilli öğretmen olarak, yüksek ve orta okullarda Ukrayna Dili ve Edebiyatını okutmak hakkını da kazanmıştır. Rahmetinin en karakteristik özelliklerinden birisi de ilme olan sonsuz aşkı idi. Bu nedenle üçüncü yüksek tahsil yapmaya kendini adadı. 1933 yılında dışarıdan girdiği Kiyev Mübadele ve Tevzi Enstitüsü’nün bütün imtihanlarını başarı ile vererek bu enstitüden de diploma almıştır.
         Yurçenko, Hukuk Fakültesini bitirir bitirmez derhal ilim alanındaki çalışmalarına başlamıştır. Ukrayna İlimler Akademisine bağlı Ukrayna ve Batı Rus Hukuku tarihini araştırma ve Sovyet Hukukunu tetkik komisyonlarının üyesi olan mütevefta, 1926-1930 yıllarında bu komisyonların yayınladıkları eserlerde bir çok ilmi yazılar yazmıştır.
         Sovyetlerin 1930 yılında Milli Ukrayna aydınlarına indirdiği darbe, genç ilim adamının bu çalışmalarına son verdirmiştir. Bundan sonra Yurçenko, bir ekonomi uzmanı olarak, kısa bir süre Kiyev’deki Sovyetler Birliği Tütün Mamulatı İlmi-Araştırma Enstitüsünün ilmi üyesi sıfatıyla çalışmıştır.  Fakat müteveffanın Bolşeviklerin hakimiyeti altındaki hayatının ikinci kısmı (1930-1941), başlıca olarak, muhtelif okullarda Ukrayna Dili ve Edebiyatı öğretmenliğini yapmakla geçmiştir.
         Yurçenko’nun gerçek-yaratıcı faaliyeti, ikinci dünya savaşı sıralarında iltica ettiği hür dünya şartları dahilinde gelişmiştir. Bu çalışmaları neticesinde rahmetli, 1948 yılında Münih’te ki Hür Ukrayna Üniversitesi’nin, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinde hukuk kürsüsüne doçent olarak seçilmiş, aynı üniversitede 1952 yılında doktora tezini savunarak, hukuk doktoru payesini almıştır. 1953 yılında ise profesör olmuştur.
         1954 yılında Münih Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsünün asil üyeliğine seçilen Yurçenko, bu enstitüte kademe kademe yükselerek, Sovyetler Birliğinde devlet kuruluşu, devlet hukuku ve milli mesele araştırmaları alanında verimli bir şekilde ölünceye kadar çalışmıştır. Yurçenko, Sovyetler Birliği’nin devlet kuruluşu ve Sovyetler Birliğinde milli münasebetler meseleleri hakkında bir çok kıymetli etütler yazmıştır. Sovyetler Birliğinde alt yapısı ve haber kaynakları çok kuvvetli idi.
         Rahmetli, ‘’Sovyet Federatif Formlarının Mahiyet ve Fonksiyonları’’ adlı monografisinde, Merkezileştirilmiş Sovyet Devletinin gerçek mahiyetini perdeleyen uydurma Sovyet Federalizminin iç yüzünü ilmi metotla açıklamıştır.
         Sovyetler Birliğinde milli mesele konusu üzerine yaptığı etütlerde rahmetli, Sovyetler Birliğinde vuku bulan olayları dikkatlice takip etmiş ve Bolşevik Diktatörlüğünün en zayıf noktasının, Sovyetler Birliğindeki milli münasebetler alanının teşkil ettiği neticesine varmıştır. Rahmetli ayrıca, Sovyetler Birliğinin Rus olmayan milletlerinin milli cumhuriyetlerinde Bolşeviklerin iktidarı gasp problemiyle de özellikle ilgilenmiş ve; ‘’Ukrayna Komünist Partisi ve onun komünist diktatörlüğünün Ukrayna’yı zaptetme mücadelesindeki rolü ve vazifesi’’ adlı son eserini bu sıkıntıya adamıştı.
         Yurçenko’nun etütleri, Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsünün çeşitli dergilerinde İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça, Türkçe, Ukraynaca ve İspanyolca yayınlanmıştır. Rahmetli aynı zamanda mensup olduğu Enstitü ve Hür Ukrayna Üniversitesi ilmi konferanslarında sık sık raporlar okumuş, Alman Doğu Hukukunu Araştırma Enstitüsünün Hür Hukukçular Cemiyeti (Batı Berlin) ve diğer ilim müesseselerinde ilmi konferanslara katılmıştır.
         İlmi araştırmaların yanı başında Yurçenko, Ukrayna emigrasyonunun siyasi hayatına da aktif olarak katılıyordu. Yurçenko, 1951 yılından beri ölünceye kadar Ukrayna Milli Konseyinin üyesi olmuş, 1951-1954 ve 1957-1961 yıllarında bu konseyin icra organı çalışmalarına fiilen katılmış, Sovyetler Birliği Halklarının Kurtuluşu Birliği (Paris Bloku) komite toplantı ve kongrelerine iştirak etmiştir.
         Bir araştırmacı, yorulmaz cemiyet ve siyaset adamı, sıcak Ukrayna mizahına sahip saygılı ve hassas bir iş arkadaşı, işte entelektüel bir şahsiyetin ana vasıfları, adam gibi adam olan rahmetlinin çalışma arkadaşları ile onunla işbirliği yapanların onu daima anacaklarına şüphe yoktur.
         Kendisi nur içinde yatsın, Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, vede toprağı bol olsun diyerek,takdiri Cenabı-Allah’a bırakalım.


                            TARİHİNİZ UYDURMA

         Berlin Doğu Avrupa Enstitüsünde görevli Avusturyalı tarihçi Ulf Brunbaur, Sofya’da verdiği konferansta, ‘’Osmanlı yönetimi altındaki Bulgaristan’ın tarih kitaplarında yazan hali uydurmadır. Bulgar isyanı sırasında Batak’ta soykırım olduğu iddiaları da asılsızdır’’ deyince Bulgar ırkçılar çıldırdı.
         Bulgaristan’ın Osmanlı egemenliğinde bulunduğu sıralarda ülkelerinin Batak köyünde, 131 yıl önce yaşanan ve ‘’Batak Katliamı’’ olarak adlandırılan olayı inceleyen Avusturyalı tarih profösörünün soykırım iddiaları  tam bir uydurma sonucuna varması ülkedeki aşırı milliyetçileri çıldırttı. Berlin’deki Doğu Avrupa Enstitüsü üyesi tarih profösörü Ulf Brunbauer Bulgar tarihçilerin, ‘’Osmanlı yönetimine karşı 21 Nisan 1876’da başlatılan Batak isyanı sırasında çoğu kadın ve çocuk 5000 kişinin Batak’taki Sveta Nedelya kilisesinde Osmanlılar tarafından kılıçtan geçirildiği şeklindeki iddialarını çürüttü. Ulf Brunbauer bununla ad kalmadı, ‘’Osmanlı yönetimi altındaki Bulgaristan’ın tarih kitaplarında yazan hali uydurmadır’’ diyerek Bulgar tarihçilere yüklendi.
         Sofya’da bir konferansa katılan Avusturyalı profösörün bu görüşleri ülkedeki aşırı milliyetçileri harekete geçirdi.
         Başını Türk karşıtı ATAKA partisinin çektiği yüzlerce kişilik gurup Sofya’da konferansın yapıldığı otelin önünde Bulgar bayrakları ile eylem düzenledi. Bu sırada tarihçiye de Bulgar halkından özür dilemesini talep eden bir not iletildi. Ancak bu notu konferans sırasında alan tarihçi, ‘’Aptal Milliyetçiler’’ diye tepki verince gurup iyice çıldırdı. Brunbauer konferansta, ‘’Bulgaristan tarihçileri Batak’taki olayları fazlasıyla abartarak, Bulgar halkı arasında Müslümanlara ve özellikle Türklere karşı nefret duyguları oluşturmaya çalışıyor. Bu da herkesin bildiği gibi Komünizm döneminde Türklere karşı uygulanmaya çalışan asimilasyon kampanyasına ilham vermiştir. Özellikle Komünizm döneminde bazı çevreler Bulgar-Türk ilişkilerine zarar vermek için hayali efsaneler üretip tarihsel olayları saptırdığını belirledik’’ diye konuştu. ATAKA partisinden yapılan açıklamada ise; ‘’Batak olayını Bulgar halkına karşı bir soykırım olduğu’’ öne sürülerek, ‘’Batak katliamını reddeden kişilere 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5 bin levadan elli bin levaya (2.500-25.000 Euro) kadar para cezası verilmesini öngören bir yasa tasarısı hazırlandığı bildirildi.
Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’da bu tür bir tasarının meclise gelmesi durumunda yasa tasarısına destek vereceklerini duyurmuştu.
         Bulgar milliyetçilerinin iddiasına göre 1876 da gerçekleşen ‘’soykırım’’ şöyle oldu. Bulgar isyanı sırasında Batak kenti Osmanlıdan bağımsızlığını ilan etti. Ahmet Ağa komutasındaki 8 bin Türk askeri 17 Mayıs 1876’da Batak’ı kuşattı. İlk çatışmaların ardından şehir yönetimi Ahmet Ağa ile müzakere masasına oturmak istedi. Batak’taki milislerin silahsızlanması durumunda Ahmet Ağa kuşatmayı kaldırma sözü verdi. Ancak isyancılar silahları bırakınca Osmanlı Askerleri şehre saldırdı ve sadece Batak’ta 5 bin kişiyi öldürdü. Ardından Plovdiv’e saldırıp 15 bin kişiyi de bir çoğunu kellesini uçurarak öldürdü. (Vatan Gazetesi Dış Haberler Servisi 30.11.2009)
         Bu haberi okuyunca geriye dönüp Komünist dönemin arşivlerini okuduğumuzda aynı Sovyet taktiğinin karşımıza çıktığını görmekteyiz. Kafkaslarda Sovyetleştirmeler sırasında yaşanan iftiralarla aynı, ayrıca Ermeni Soykırım iddialarının da ana kaynağı zamanın Sovyet gizli polis teşkilatı KGB olduğunu görmekteyiz, gene ülkemizi 30 yıldır meşgul eden PKK terörünün de kökleri KGB’nin emriyle Atatürk’e giden ve bağımsızlık isteyen Şeyh Bedirhan’ın daha sonra sürgünde gene KGB’nin emriyle ilk Kürt Alfabesini oluşturmasını görmekteyiz. Yani hem Kürtler hem de Ermeniler hakkında iki uydurma tarihte Türkiye’de yazmış zamanın Sovyet idarecileri. Neymiş Türkler Orta Asya’dan gelince Kürtler Anadolu’da varlarmış, bildiğiniz gibi iddiaları bu. Alparslan Anadolu’yu Bizans İmparatoru Romen Diyojen’den aldı. Peki sen kimsin bu durumda ? Bizanslı mısın? Bizans’ı temsilen mi öyle konuşuyorsun? Kaldıki sen Bizanslı da değilsin. Bizans adına da konuşamazsın. Peki Alparslan Romen Diyojen’le savaşırken sen ne iş yapardın? Anadolu’yu beraber savaştık aldık demiyorsun. Kimse açtırmasın bu konuları kaybeden sizler kendilerine Kürt diyenler olur.

                           KIRIMDA TECHİR VE KATLİAM – 2 –
         Cebri kolektifleştirme ve Kırım hububatı ile hayvanlarının harice sevki neticesinde Kırım halkı, Sovyet hükümetinin Kırım Türklerine karşı tatbik ettiği kitle halinde imha siyasetinin beşinci merhalesini teşkil eden 1931-1933 açlık yıllarını geçirdi. Aleksandrov bu açlık yıllarını şöyle anlatmaktadır.
         ‘’ Korkunç 1931-1933 açlık yıllarında, cesetler şehir ve köy sokaklarını kaplarken, en iyi cins buğday Kırım limanlarında, devamlı bir surette, yabancı vapurlara yükleniyor, taze şarap borular vasıtasiyle gemilerin ambarlarına aktarılıyordu. Korkunç açlık henüz sağ kalmış olanları biçiyordu. Kendi mahsulünden mahrum edilen bu ülkeye, gıda maddeleri, bilinçli olarak sevk edilmiyordu.’’
         Bu soyguncu siyasete karşı, 1931 yılında, Kırım Cumhuriyeti Merkezi İcra Komitesi Reisi ve yerli Komünist partisi azası Mehmet Kubay şiddetle protestoda bulundu. Mehmet Kubay Sovyet Hükümetini şöyle suçluyordu; ‘’ Moskova Kırım Cumhuriyetini yağma ve bütün tabii servetini ihraç ediyor ve buna mukabil açlıktan kırılan ahaliye yiyecek bile vermiyor.’’ Tabiî ki Mehmet Kubay  derhal sürgün edildi, onun protestosuna cevaben de Moskova Kırım’ın Sovyetleştirilmesine daha da hız verdi.
         Kırım’ın 1931-1936 yıllarındaki ‘’Sovyetleştirme’’ çalışmalarına, Sovyet Hükümetinin Kırım Türklerine karşı tatbik ettiği maddi ve manevi imha siyasetinin altıncı merhalesi denilebilir. Bu yıllarda Müslüman din adamlarının büyük çoğunluğu yurttan sürülmüş ve katledilmiş, Kırım camileri ile medreseleri kapatılmıştır.  
         ‘’Burjuva Milliyetçilik’’, ‘’Aksi inkılapçılık (Karşı Devrimcilik)’’, ‘’Troçkizm’’ vs ile suçlandırılan Kırımlı Türk münevverlerinin büyük bir kısmı, sistematik bir surette, tatbikata uğruyor, sürülüyor ve kurşuna diziliyordu. İhtilalden evvelki hemen hemen bütün Kırım milli edebiyatı ortadan kaldırıldı. ‘’Burjuva’’ damgası vurulan Arap, Fars ve Türk kelimelerinin kullanılması yasak edilerek, yerine Rus kelime ve gramer kaideleri konuldu. Bu suretle Kırım Türklerinin dil ve yazısının, geniş çapta Ruslaştırılmasına girişildi. Bu Ruslaştırma, Kırım Türklerinin yazısına, Türk dilinin ifadesine katiyen uymayan, Rus alfabesinin cebren tatbiki ile tamamlanmış oldu. Bu arada, köylerde de, yeni ‘’Sovyet’’ hayat tarzı ile değiştirilen milli yaşayış ve aile adetlerinin kökünü kurutmak maksadı ile tatbikata geçildi. Bütün bu olayların bilançosunu yapan Kırım müellifi Cafer Seydahmet, tamamı ile haklı olarak, Kırımın ‘’Sovyetleştirilmesini’’ Kırım Türklerinin milli varlık, milli kültür ve diline karşı tatbik edilen bir imha siyaseti şeklinde vasıflandırmaktadır.
         Kırım’da 1937-1938 de hüküm süren kanlı tasfiye yılları, Sovyet hükümeti tarafından Kırım Türklerine karşı girişilen imha siyasetinin yedinci kanlı merhalesi idi.  Kırım Türklerinin bütün sosyal tabakaları, kelimenin tam manası ile, bu imha hareketinin kurbanı oldular. Henüz hayatta kalan ‘’Milliyetçi’’ ve ‘’Burjuvalarla’’ (Münevverlerin ve din adamlarının orta ve yaşlı nesli, orta halli köylülerle) beraber, başta Kırım Cumhuriyeti Merkezi İcra Komitesi Reisi İlyas Tarhan ile Halk Komiserleri Heyeti Başkanı (Başvekil) Sameddin olmak üzere bir çok Milliyetçi Komünistler, Kırım Hükümetinin bütün azaları ve Sovyet rejimi şartları dahilinde yetiştirilerek Kırım’ın ‘’Sovyetleştirilmesine’’ bir fiil iştirak etmiş olan yeni Sovyet münevverlerinin (Profesörler), doktorlar, öğretmenler, gazeteciler, edipler, şairler, artistler, ressamlar ve diğerlerinin büyük kısmı tevkif, sürgün ve idam edildiler. Kırımın Türk köylüleri bile bu zulümden yakalarını kurtaramadılar. Binlerce köylü zindanlara atıldı. Bu hadiselerin şahidi olan kimselerin ifadelerine göre, bu kanlı tasfiye yıllarında tevkif edilenlerin büyük çoğunluğu bir daha evlerine dönmediler. Bu tüyler ürpertici olaylara tanıklık edenlerin vermiş oldukları bazı ifadeler şöyledir.
         Kırım’ın cenup sahili sakinlerinden Mustafa Dozay’ın anlattığına göre, bu yıllarda Kırım’da kimse kendisini emniyette hissetmiyordu. Halkımızın % 90 nispeti, dehşet içinde, her gece tevkif edileceğini bekliyordu.
         Karasubazar sakinlerinden Sadrettin Tamalı şu malumatı vermektedir.
         ‘’ 1937 yılının Aralık ayında, Kırım’ın Karasubazar şehrinde bir gecede 60 kişi tevkif edildi. Bunların arasında bende vardım. Bu sırada Karasubazar hapishanesinde bu şehrin hayatta kalmış olan bütün Müslüman din uleması ve bunların arasında Kırım’ın en tanınmış din alimlerinden ve terbiyecilerinden 70 yaşındaki Şeyh Mehmet Kocaahmet Vecdi, 75 yaşındaki Şeyh Şeyhzade Abdulmecit, 80 yaşındaki Kafadar Hacı Muzaffer, 90’lık ihtiyar Seyithalil Çelebi Oğlu Efendi ve başkaları bulunuyorlardı.
1937-1938 yıllarında Bolşevikler tarafından suikast sonucu öldürülen tanınmış Türk gazetecisi ve Kırım İstanbul Sefiri Profesör Hasan Sabri Ayvaz’dı.
         Kırım’ın cenup sahilinde yapılan kitle halinde tevkifler hakkında malumat veren Yatla sakinlerinden Cemil Hacı Oğlunun ifadesine göre; ‘’1937 yılında Ayvasil ve Dereköy ismindeki Türk köylerinde yalnız bir gecede 171 kişi tevkif edilmiş ve bunların büyük çoğunluğu Sovyet hapishanelerinden geri dönmemişlerdir.’’
         İsmail Muhtar şöyle anlatıyor;
         ‘’ İçki bölgesinin 45 Türk ve 45 Rus haneli Kılıçyor köyünde, 1917’de 17 Türk tevkif edildi. Bunların içinden yalnız iki kişi 1941 yılında köylerine döndüler. Diğerleri hapishanelerde telef oldular.’’
         Abdulhekim Kara şunları anlatıyor;
         ‘’ Ben 5 mayıs 1918’de tevkif edilerek Kreç hapishanesine atıldım. Mahpusların büyük ekseriyetini 500 kişi kadar olan bizim Türkler teşkil ediyordu. Bizden başka orada 150 kadar da Bulgar vardı. Bizi ellerimiz kelepçeli olarak hapishane avlusunda 15 dakikalık gezintiye çıkartıyorlardı. Mahpuslara işkence yapılıyordu. Kan fışkırıncaya kadar gözlerine ve başlarına vuruyorlardı. Bir çokları sorgudan tamamı ile bitkin bir halde geliyorlardı. Bazı mahpuslar ayakları şişinceye kadar ve hiç işlemedikleri cinayeti itiraf edinceye kadar ayakta durmaya zorlanıyorlardı.’’
         1939 yılında tanınmış Türk hattatı ve Kırım tarihçisi Prof.Osman Akçoraklı Bolşevikler tarafında öldürüldü.
         Akmesçit sakinlerinden Abdülaziz İsapov’da şöyle diyor;
         ‘’ Ben 6 Kasım 1938’de tevkif edildim ve 25 Mayıs 1940 yılına kadar hapishanede kaldım. Akmesçit hapishanesinde benimle beraber bir çok Türk vardı. Bize işkence yapılıyor ve günde iki saatten fazla uyumak imkanı verilmiyordu. Ayrıca bizi saatlerce bodrumlarda su içinde tutuyorlardı.’’ İşkenceye yönelik çok daha fazla misaller vermek mümkündür.
         Kırım müellifi Kırımlı Hanefi’nin tahmin ettiğine göre, ‘’Kırım’da Sovyet hakimiyetinin yalnız ilk devresinde, Kırım Türkleri, asgari bir hesapla, yüz binden fazla kurban vermişlerdir.’’
         Diğer müellif Kemal Ortaylı’ya göre, yalnız 1922-1923 açlık yıllarında ve 1929-1930 da tatbik edilen kolektifleştirme esnasında Kırım Türkleri 140.000 zayiat vermişlerdir.
         Her iki müellif, ancak, bolşeviklerin Kırımdaki ilk 10 yıllık hakimiyetleri devresindeki zayiattan bahsediyorlar. Kırım Türklerinin yukarıdaki zikredilen imha merhalesinde vermiş oldukları zayiata bir yekün vurulacak olursa, Bolşeviklerin Kırım’ı işgal ettikleri 20 yıl zarfında (1921-1941) 160 ila 170 bin Kırım Türkü imha edilmiş veya sürülmüştür, ki bu da Kırım’ın 1917 yılındaki Türk nüfusunun hemen hemen yarısına tekabül eder. Bu sebepledir ki, cari asrın 20 ve 30 uncu yıllarında Kırım Türkleri arasında doğum nispeti epeyi yüksek olduğu halde, nüfus artmak şöyle dursun, bilakis Sovyet rejimi şartları dahilinde, sistematik bir surette azalmışlardır.
         Bundan dolayı, daha Alman-Sovyet harbi başlamadan evvel, yani Kırım Türklerini Sovyet iktidarına karşı ‘’ihanet’’ ve ‘’sadakatsizlikle’’ suçlandırmak için ortada henüz hiçbir sebep yok iken, Sovyet Hükümetinin Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Türk nüfusunun hemen hemen yarısını imha etmiş olduğunu cesaretle söyleyebiliriz.
         Yukarıda verilen malümatlar neticesinde, 1941 yılına kadar sağ kalmış olan Kırım Türklerinin vaziyeti şöyle açıklanabilir.
         ‘’ Kırım Türkleri yarı yarıya imha edilmişler ve Sovyet hükümeti tarafından sistematik bir surette imha ediliyorlardı; en iptidai insan haklarından, milli kültür, dil ve yazılarından mahrum edilerek sistematik bir tarzda Ruslaştırılıyorlardı, din hürriyetinden ve en seçkin milli münevverlerden mahrum bırakılmışlardır, topraklarından ve hususi mülkiyetlerinden mahrum edilmişler ve kolhoz ile sovhozlarda merhametsizce sömürülüyorlardı.İki türlü istipdadın, milli ve sosyal istipdadın altında ümitsizliğin en son haddine gelmişlerdi.’’
         1914 yılı Alman-Sovyet harbinin arifesinde Kırımdaki korkunç, fakat gerçek vaziyet işte böyle bir manzara arz ediyordu. Vardığımız bu netice, hadiseleri bizzat yaşamış olanların ifadeleriyle de teyit edilmektedir.
         Alman-Sovyet harbini ve Alman ordusunun Kırım’a yaklaşmasını vesile ittihaz eden Sovyet Hükümeti, Bolşeviklerin Kırım’da bulundukları son günlerde, Kırım Türklerine tatbik edilen imha siyasetinin sekizinci merhalesi diyebileceğimiz kitle halinde bir cinayet daha işledi.
         Akmeşçit sakinlerinden İlyas Mirasbay’ın şehadetine göre, Kırım tahliye edildiği günlerde, geceyi gündüze katan NKVD idaresi durmadan sivil halkı tevkif ve idam ediyorlardı. 31 Ekim 1941’de yani, Akmesçidin tahliye edildiği günün arifesinde, NKVD binasının bodrumlarında ve  şehir hapishanesinde bulunan bütün mahpuslar kurşuna dizildi. İsmail Akın ismindeki diğer bir şahidinde yazdığına göre, Bolşevikler çekildikten sonra, Akmesçidin NKVD bodrumlarında meydana çıkarılan bir çok cesetler arasında kadınlara süt emen çocuklara ait olanlar da vardı. Aynı günlerde bütün Kırım ahalisini titreten misli görülmemiş hunharca bir cinayet daha işlendi.
         ‘’ 29 Ekim 1941’de Akmesçit hastanesinde yatan ağır yaralı ve hasta Sovyet askerleri, Sivastopol’e nakledilmek üzere, şehir garında vagonlara bindirildiler. Fakat tren hareket etmedi ve Bolşevikler 31 Ekim sabahı saat 9’da vagonları ateşe verdiler. Diri diri yanan hasta ve yaralı Sovyet askerlerinin canhıraş feryatları ile iniltileri, sivil halk tarafından duyulmasın diye, komiserler vagonların kapılarını alel acele kapatıyorlardı. 1 Kasım sabahı tamamen yanmış olan katarın ancak külleri kalmıştı.’’
         Buna benzer bir hadise de, Karasubazar şehrinde cereyan etmişti, Şehir Şurasının Reisi Spai’nin kumandasındaki Bolşevikler, 29 Ekim 1941’de, gece saat 24.00’da Lunarçarskiy caddesindeki şehir hastanesini yaktılar. Şehrin yerlilerinden Tamalı’nın ifadesine göre 220 yatağı olan bu hastanede, 36 hasta diri diri yanmıştır. Karasubazar’dan çekilen NKVD kıt’aları sokaklarda rastladıkları herkese derhal ateş ediyorlardı. Yalta’da mahalli NKVD idaresi, 4 Kasım 1941’de şehri tahliye ederken, hapishanelerdeki bütün mahpusları kurşuna dizmiştir. Ricat eden NKVD mensupları, Kırım yollarında dahi yerli halka karşı ateş açıyorlardı. Mesela, Aluşta ile Yatla arasındaki şosede (yolda), harp içinde açılan hendekler öldürülenlerin cesetleri ile dolu idi.
         Bu tethiş, Bolşevikler tekrar Kırım’a döndükleri takdirde, Kırım halkının daha fazla takibata ve imhaya maruz kalacağını açıkça gösteriyordu.
         Kırım Türklerinin hukuksuz ağır vaziyeti ve Bolşevikler tarafından imhaya maruz bulunmaları keyfiyeti, Sovyet Ordusunun Kasım 1941 ve Ocak 1942 de Kırım’a vaki çıkarmaları esnasında, Kırım’ın cenup sahilindeki bazı köy ahalisinin, kendi zalim müstebibi olan Bolşevizmin Kırım’a tekrar gelmesine mani olmaları için Alman ve Romen kıt’alarının yardımına, içten gelme bir korunma hissiyle, koşmasına yegane gerçek sebep teşkil ediyordu. Bu silahlı mukavemet Sovyet Hükümetine karşı, kimse tarafından teşkilatlandırılmamış olan halkın protestosundan başka bir şey değildi.
         Kırım Türkleri bu mücadelede iki esas hedef güdüyorlardı;
  1. Bolşeviklerin Kırım’a dönmelerine mani olmak,
  2. Milli devlet istiklallerini yeniden inşa etmek.
Bu iki hedef, bir ara objektif sebeplerden dolayı tahakkuk ettirilemedi. Kırımdaki Alman siyaseti, bir müddet sonra, halkı inkisarı hayale uğrattı. Fakat, Bolşeviklerin Kırım’a dönmeleri tehlikesi, Kırım Türklerinin ekseriyetini Almanları desteklemeye mecbur ediyordu.
         Harpten sonra harekete geçen Sovyet propagandası Kırım’da yapılan topyekun tehcir ve katliamı haklı göstermek için, ‘’ Alman işgali zamanında Kırım’ın Rus ahalisinden bir kısmının Kırım Türkleri tarafından imha edildiğini’’ iddia ediyordu ki bunun hakikatle hiç alakası yoktur. Bilinen bir şey varsa, o da Kırım’ın gönüllü Türk taburları ile köy müfrezelerinin, milliyeti ne olursa olsun, Kırım’ın bütün yerli ahalisini kızılların şerrinden koruyarak, yalnız Sovyet çetelerine karşı mücadele etmeleridir. Malum olduğu üzere, Sovyet çetecileri yerli halkı zorla ormanlara kaçırıyor ve türlü provakasyonlara baş vurarak Kırım ahalisi ile Alman ordusu arasında suni bir ihtilaf yaratmaya çalışıyorlardı. Bu tahrikler neticesinde, 1943-1944 yıllarında Kırım’ın dağlık bölgesindeki 128 köy imha edilmişti, bunun da, bir numaralı suçlusu Sovyet hükümeti idi.
         Almanlar çekildikten ve Bolşevikler Kırım’ı 10-25 Nisan 1944 de tekrar işgal ettikten sonra, Kırım’ın Türk halkını topyekun tehcir ve katletmek suretiyle Sovyet hükümetinin Kırım Türklerine tatbik ettiği imha siyasetinin son perdesi oynanmış oldu. Bu topyekun tehcir hareketini yalnız Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin tasfiyesi ve Kırım Türklerinin kitle halinde yurtlarından sürülmeleri şeklinde tasavvur etmek delalete düşmek demektir. Bu mesele hakkında elde edilen delillere ve tanık ifadelerine göre, Kırım Türkleri topyekun tehcirden evvel kitle halinde vahşice katledilmişlerdir. Bu katliam 1944 yılı Nisan ayından Haziran ayına kadar iki ay sürmüştür. Bir tanık ifadesinde şöyle anlatmaktadır.
         ‘’ Sovyet orduları Kırım’a girdikten sonra, kumandanlığın hususi emriyle, bütün Tatar ahalisi iki hafta müddetle NKVD kıt’alarının keyfi muamelesine terk edilmişti. Azgın askerler kadınların, kızların ve küçük çocukların ırzına geçiyorlardı. Müdafaasız insanlar yağma ediliyorlar, öldürülüyorlar ve rast gele asılıyorlardı. İki hafta müddetle Kırım’da, tecavüze uğrayan, işkence edilen ve öldürülen insanların canhıraş feryatları duyuluyordu.’’
         1944 yılının ikinci yarısında Almanlara esir düşen ve 1945 de Almanların mağlubiyeti üzerine Kırım’a dönen kimselerin anlattıklarına göre, Kırım’ın şehir ve köylerinde, Kırım Türkleri güpegündüz kitleler halinde katlediliyorlardı.
İki kişinin ihbarı veya ifadesi, her hangi bir kimseyi Almanlarla  işbirliğiyle suçlandırmaya veya ölüme mahkum ettirmeye yeterli geliyordu.  Akmesçit caddesinin ağaçlarında Sovyet cellatlarının asılmış kurbanları sallanıyordu. Hadiseleri bizzat görenlerin ifadesine göre, en fazla tevkif ve katliama maruz kalanlar, Kırım’ın bilhassa yalıboyunda yaşayan Türk köylüleri idi.
         Lüzumlu vesikaların ademi mevcudiyeti, topyekun tehcirden evvel katledilen Kırım Türklerinin sayısını tayin etmeye şimdilik imkan vermiyor. Mamafih bu kurbanların binlere baliğ olduğu tahmin ediliyor.
         Kırım Türklerinin sürülmesinde vazifeli bulunan ve 1953 yılı Haziran ayında hürriyeti seçerek Batıya iltica etmiş olan sabık NKVD yarbayı Grigoriy Stepanoviç Burlutskiy’in açıkladığına göre, Kırım Türklerinin topyekun tehcir edilmesi hadisesi 1944 yılı Haziranında, yani Sovyet Ordusunun Kırım’a girdikten iki ay sonra vukubulmuştur.
         Sürgün edilen Kırım Türklerinin mukadderatı ve onların halen bulundukları mahal Sovyet hükümeti tarafından ısrarla gizli tutulmaktadır. Burlutskiy diyor ki, sürülenler, ‘’hayvan nakline mahsus, hiç iptidai tertibatı olmayan vagonlara doldurulmuşlardı’’. ‘’Vagonlar balık istifi dolduruluyor, kilitleniyor, mühürleniyor ve askeri kıt’alar tarafından muhafazaya alınıyordu. Sürgün mahalli bildirilmemişti’’ Burlutskiy’in tahminine göre, sürgün edilenlerin büyük kısmı daha yolda iken telef olmuşlardı.
         Sovyetler Birliğinden gelen veya dolaşık yollardan sızan haberler, Burlutskiy’in bu tahminini teyit eder mahiyettedir. Kırım Türklerinin kahir ekseriyetinin Ural’ın Sverdlovsk bölgesinin toplama kampına sürüldükleri ve bir çoklarının orada açlıktan, soğuktan ve kölelikten mahvoldukları tespit edilmiştir. Keza bir kısım Kırım Türkünün, Almanya’dan dönmüş işçilerle beraber, Özbekistan’ın Taşkent bölgesine ve Vıborg’ın 25 km cenubunda, Karelya bölgesine sürüldükleri anlaşılmıştır. Alman, Pakistan ve Ukrayna basınının 50 bin Kırım Türkü’nün Ekim 1950 de Vilno-Grodno bölgesine iskan edildiklerine dair verdikleri haberler henüz teyit olunmamıştır.
         Sovyetler Birliğindeki tehcir ve katliam siyasetine karşı dava açmış olan Komitenin aldığı habere ve mahkemede sunduğu rakamlara göre (Münih 1951) ‘’tevkif ve tehcir esnasında ve sürgün mahallinde;
     200.000……………..Çeçen-İnguş
     150.000……………..Karaçay-Balkar
       80.000………………Kırım Türkü
       70.000………………Yahudi ve Yunanlı
Telef olmuştur.’’
         Hadiseleri bizzat yaşamış olan İsmail Akın’ın şehadetine göre, Alman ordusu Kırım’a girdikten sonra, Bolşeviklerin bırakmış oldukları bir evrak dolabında, Alam-Sovyet harbinin ilk aylarında Kırım’ın Alman ahalisi sürüldüğü gibi, Sovyet hükümetinin daha 1941 yılı sonbaharında Kırım Türklerini Kazakistan’a sürmek amacında olduğunu gösteren gizli vesikalar bulunmuştur.
         Tehcir ve katliamın hakiki sebebi Sovyet hükümetinin, gayrı emin yerli Türk unsurunu Kırım’dan uzaklaştırmak ve Kırım’ı sağlam bir kaleye ve Sovyet tecavüzünün stratejik üssüne çevirmek arzusu idi. Hür dünya basını dahi kanaati teyit eder mahiyette yayında bulunmuştur.
         Bu kanaat keza harbin başında orduya alınarak bütün harbi Sovyet Ordusu saflarında geçirmiş olanlar da dahil, Sovyet Hükümetinin istisnasız bütün Kırım Türklerini vatan haricine sürmesiyle de teyit edilmektedir. Sürgün edilenlerden bazıları vaktiyle nişanlarla taltif edilmiş ve ‘’Sovyetler Birliği kahramanı’’ unvanını kazanmışlardı. Buna rağmen onların aileleri dahi sürgünden kurtulamamışlardır. Aynı akıbete, daha 1941 yılı sonbaharında Bolşevikler tarafından  Kırım’dan çıkarılarak Kafkasya’da iskan edilen ve Kırım’da cereyan eden 1942-1944 hadiseleriyle hiçbir alakası bulunmayan birkaç bin Kırım Türk’ü de uğramıştır. Nihayet, başta Kırım Merkezi İcra Komitesi Menlibarı Abdülcelil Hayrullah olmak üzere, 1941-1944 yıllarında Almanlara karşı Sovyet çeteleriyle aynı safta mücadele etmiş olan ve 1944 yılı Nisanına kadar Kırım Türklerinden silahlarını Alman Ordusuna tevcih etmelerini ısrarla takip eden bütün yerli komünistlerle aileleri dahi sürgün edilmişlerdir. Bunların arasında, Kırım’da Türk Dilinde Alman aleyhtarı beyanname ve gazeteler yayınlayan 50 kadar faal komünist, gazeteci ve muharrir de vardı. Bunlar da aileleriyle beraber diğerlerin akıbetine uğradılar.
         Yine bu kanaat, nihayet, ikinci dünya savaşına kadar Kırım Yarımadasında yaşayan bütün Yunanlıların ve diğer Gayrı-Rus unsurların, harpten sonra Sovyet Hükümeti tarafından sürgün edildikleri şayanı dikkat olayı ile de teyit edilmektedir. Bunu, harpten evvelki sözde idari-mülki, milli bölgelerin, o cümleden olarak, Yahudi Larindorf ve Ukrayna İşun milli bölgelerinin lağvedilmiş olması keyfiyeti de ispat etmektedir. 1950 yılında neşredilmiş olan ‘’Sovyetler Birliği Atlasında’’ki ‘’Sovyetler Birliği’’ başlıklı etnorafik haritadan anlaşılıyor ki, Kırım Muhtar Cumhuriyeti Kırım eyaletine çevrildikten sonra, orada 1950 yılına doğru yalnız su katılmamış Rus ahalisi kalmıştır. Kırım’ın harpten sonraki ahalisinin büyük kısmını, Sovyetler Birliğinin merkezi bölgelerinden, yani Moskova, Yaroslav, Kursk, Penza ve Rostov eyaletlerinden getirilerek, 1944-1945 yıllarında Kırım’ın sürülmüş hakiki sahiplerinin topraklarına iskan edilmiş Rus muhacirleri teşkil etmektedir.
         Bütün bu olayların bilançosundan, Sovyet liderleri tarafından 27 Şubat 1954’de Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine takdim olunan, Kırım hediyesinin hakiki manası anlaşılmış oluyor. Baştan başa Ruslarla iskan edilmiş olan Kırım eyaletini Ukrayna Cumhuriyetine ithal etmekle, Sovyet Hükümeti işlediği cinayetin suçunu Ukrayna’ya yüklemeye çalışıyor. Fakat 12 Mayıs 1954’de Batı Almanya’da akdedilen Ukrayna Milli Meclisi’nin deklarasyonu, hariçteki Ukrayna efkarı umumiyesinin şuurlu kısmının bu provokasyonun manasını anlamış ispat etmektedir. Ukrayna Milli Meclisinin deklarasyonunda şöyle denilmektedir.
         ‘’ Evvela Kırım’ın mukadderatı hakkında karar vermek hakkı, Moskova’ya değil, yalnız Kırım ahalisinin kendisine aittir. Kırım’da cebri sürgünden evvel yaşayan Kırım’lı bütün yerli ahalisinin ancak serbest iradesi Kırım’ın mukadderatı ve daha iyi istikbali hakkında karar verecektir. Saniyen, Kremlin’in kurnazlık ve sahtekarlığı şununla da belirmiş oluyor ki, Moskova Hükümeti, Kırım meselesini hallederken Kırım’dan cebren sürülmüş olan bir kısım ahalinin-Tatarların tekrar vatana dönmeleri meselesini aklına bile getirmemiştir.’’
         Kırım siyasi muhacceretinin başında duran sabık Kırım Kurultayı Reisi, Kırım Milli hükümetinin hariciye nazırı (Dışişleri Bakanı) ve Kırım Milli Meclisinin Milletler cemiyetindeki tam selahiyetli mümessili Cafer Seydahmet Kırımer, Kırım eyaletinin Ukrayna Cumhuriyetine ilhakı ile ilgili olarak Hür Dünya basınına aşağıdaki açıklamayı yapmıştır.
         ‘’Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Yüksek Şurası Riyaset Divanı, Kırım’ın, Rusya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nden ayrılması ve territoryal, ekonomik ve kültürel bağları bulunduğu mucip sebebi ile Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne ilhakı hususunda, Rusya ve Ukrayna Cumhuriyetleri taraflarından itiraz olunan kararları, 27 şubat 1954 tarihinde neşrettiği kararname ile tastik ve  yürürlüğe vazeylemiştir.
         Bu karar Kırım’ın;
  1. Rusya’dan ayrılması,
  2. Ukrayna’ya ilhak edilmesi şeklinde iki esası ihtiva etmektedir.
Bu münasebetle aşağıdaki hususları belirtiriz.
  1. Asırlardan beri Türk ülkesi olan ve istiklal hususiyetini daima muhafaza edegelen Kırım, 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasının 3. maddesinde, 2.Katerina tarafından istiklalinin tanındığı, yeminle taahhüt edilmiş bulunmasına rağmen, her hangi bir tarihi hakka dayatılmaksızın, sırf emperyalist siyasetinin neticesi olarak, 1783’de Rusya’nın istilasına maruz kalmıştır.
         2.Katerina’nın, kendisinin ve bütün haleflerinin, Kırım’ın Türk Halkının dinine, malına, canına tamamı ile riayetkar ve hürmetkar olacaklarını taahhüt ve ilan eden 8 Nisan 1783 tarihli beyannamesine rağmen, müstevli Rusya, bu tarihten itibaren Kırım Türklerinin bütün kültür eserlerini mahva çalışmış, topraklarını yağma ve müsadere etmiş ve devir devir yüzbinlerce Türkü yurtlarından hicrete icbar eylemiştir.
         Bu istilayı tanımayan ve bütün iktisadi ve idari tazyik ve imhaya rağmen, milli varlıklarını muhafaza eden Kırım Türklerinin, 1917 ihtilali esnasında, en demokratik esaslarla seçilmiş millet vekillerinden müteşekkil kurultayı, demokrasiyi ve her milletin kendi mukedderatına sahip olması esasını muhtevi olarak tanzim ettiği anayasayı, 26 Aralık 1917’de kabul ve ilan etmiştir.
         Aynı emperyalist zihniyeti taşıyan Komünist Rusya, 1920 yılı Ekim ayında tekrar işgal ettiği Kırım’ın bir Türk ülkesi bulunması realitesi karşısında, 18 Ekim 1921’de, hiç olmazsa muhtar bir Kırım Cumhuriyeti kurmak mecburiyetinde kalarak, bunu, Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlamıştır.
         Komünistler, Kırım Türklerine karşı Çarlık Rusyası tarafından tatbik edilen idari ve iktisadi tazyik, tehcir ve Ruslaştırmayı da az bularak, sun’i açlık ve kitle halinde sürgün ile, Kırım Türklerini imhaya devam etmişlerdir.
         İkinci Dünya Harbinin sonlarına doğru, Kırım’ı yeniden işgal eden Kızıl Rusya, bu harp esnasında Hitler’ci müstevlilerin, Kırım Türklerine değil siyasi, hatta idari ve dini hakları bile tanımamış olmalarına rağmen, bunlarla işbirliğinde bulundukları bahanesiyle ve zulüm makineleri olan mahkemelerinin kararını bile alamaya lüzum görmeksizin, bütün Kırım Türklerini öz yurtlarından binlerce kilometre uzaklara sürmüş ve 25 Haziran 1946 tarihli kararname ile Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni feshetmiştir.
         Bu defa Rusya, Kırım’ın hukuken kendi hükümdarlığından ayrılması kararı ile, Kırım Türkleri tarafından Kırım’ın Rusya ile hiçbir rabıtası olmadığı hususunda öteden beri ileri sürülen iddianın hakikate uygunluğunu nihayet kabul etmiş ve Kırım Türklerinin Rusya’dan ayrılma haklarının meşruiyetini ikrar ve takviye eylemiş bulunmaktadır.
  1. Kırım’ın Ukrayna’ya ilhakı keyfiyetine gelince;
         Kırım Türkleri anayasasının ‘’Kırım Türkleri Parlamentosunun selahiyetli mümessili bulunmaksızın Kırım mukadderartı hakkında verilecek kararların tanınmayacağı’’ hususundaki 12 ila 15 inci maddelerinde mevcut hükümler ve Parlamentomuzun, Kırım Türklerinin haklarını ve Kırım’ın istiklalini müdafaa hususunda tarafıma verdiği 10 Şubat 1919 tarihli ve 6 sayılı selahiyetnameye müsteniden mezkur parlamentonun selahiyettar murahhası sıfatıyla,
         Kırım haricinde muhacerette bulunan ve yurtların istiladan kurtulması, istiklaline kavuşması için savaşan Kırım Türklerinin dileklerine tevfikan, Kırım’ın Ukrayna’ya ilhakını;
         Bu kararın tek taraflı olarak verilmiş bulunması,
         Ukrayna’nın Kırım üzerinde;
         Kırım’ın ayrı bir toprak bütünlüğüne sahip bulunması hasebiyle territoryal,
         Kırım’ın ayrı bir iktisadi varlığa sahip olması sebebiyle ekonomik,
         Kırım Türklerinin Türk kültürüne sahip bulunmaları sebebiyle de kültürel hiçbir rabıtası olmadığı gibi, tarihi her hangi bir hakkı da bulunmaması ve bu kararın İnsan Hakları Beyannamesi ile Birleşmiş Milletler Teşkilatı statüsü hükümlerine tamamı ile aykırı olması sebepleriyle tanımadığımızı, bu ilhak kararının hiçbir devlet için muktesep bir hak teşkil etmeyeceğini ve Kırım Türklerinin yurtları üzerindeki tarihi istiklal haklarının devam etmekte bulunduğunu beyan eder, ve bütün zulüm, tethiş ve tehcirlere rağmen emperyalist Kızıl Rusya’nın mahkumu bulunan milletlerin kurtulacağına ve bütün dünyada emperyalizme son verileceğine imanla, bu ilhak kararını Birleşmiş Milletler Teşkilatı nezdinde ve dünya efkarı umumiyesi önünde en kat’i bir şekilde red ve protesto ederiz.’’
                                                 Sabık Kırım Kurultay’ı (Kurucular Meclisi) Başkanı
                                                 Hariciye ve Harbiye Vekili ve Kırım Parlamentosu Üyesi
                                                               CAFER SEYDAHMET KIRIMER  

         Neticede şurasını da kaydetmek gerektirir ki, Sovyet Hükümeti tarafından Kırım Türklerinin barbarca tehcir ve katledilmesi keyfiyeti, Bolşeviklerin işlemiş oldukları kitle halindeki cinayet zincirinin yalnızca bir halkasını teşkil etmektedir.
         1921-1923 yıllarında 400.000 nüfuslu İngermanland halkı, 1941 yılında Kırım’ın yani yeni Sovyet Hükümeti tarafından lağvedilen Volgaboyu Alman Sovyet Cumhuriyeti’nin bütün Alam ahalisi ve harpten sonra Kırım’da yaşayan Yunanlılarla diğer milli hakimiyetlerde aynı akıbete uğradılar. 1943-1944 yıllarında Kırım Türkleri aynı zamanda Kamlıklar ve Şimali –Kafkasya’nın Karaçay, Balkar, Çeçen ve İnguş halkları topyekun tehcir ve imha edildiler. Türkistan, İdil-Ural ve Kafkasya Türkleri ve Sovyetler Birliği’nin bir çok diğer halkları kısmen imha edildiler ve halen de devamlı surette imha ediliyorlar.
         Ayrı ayrı bütün halkları topyekun tehcir ve imha etme metodu, köle emeğinin (temerküz kampları) ve sun’i açlığın tatbiki ile beraber, Bolşevikler tarafından müstehziyane bir surette dünyanın en ileri Sovyet Devleti olarak adlandırılan Sovyet devlet sisteminin ayrılmaz parçasını teşkil etmektedir. Bu sistem, kendisine has gaddarlık ve hunharlıkta esaret ve barbarlık devrinin en korkunç zamanlarını bile gölgede bırakmıştır.









                                          ALİ HAN KANTEMİR
                                                   (1886-1963)

         Şimali Kafkasya’nın en değerli önderlerinden, tanınmış siyaset ve cemiyet adamı Ali Han Kantemir 16 Nisan 1963 tarihinde ani olarak kalp kifayetsizliğinden Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Merhum 9 Mayıs 1886’da Şimali Kafkasya2nın Osetistan bölgesinin Karagaç Köyünde Digor-Aldarlar’a mensup Müslüman bir ailede dünyaya gelmiştir. Merhum lise tahsilini Vladikavkaz şehrinde, yüksek tahsilini de Petersburg Üniversitesinde Hukuk Fakültesinde yapmıştır. Daha talebe iken o, 1911’d3 Petersburg’da yayınlanan ‘’İslam Aleminde) adlı gazete ile iş birliği yaparak, Rusya İmparatorluğu Müslüman Halklarının hak ve hürriyeti uğrunda yürütülen mücadeleye katılmıştır.
         Şimali Kafkasya yerli halklarının ruhi ve siyasi aile birliğini teşahhus ettiren bu gazeteye, Dağıstanlılar, Kabartaylar, çeçenler, İnguş ve Osetinler iştirak ediyorlardı. Bu arkadaşlardan bazıları ilk önce ‘’Birleşmiş Kafkasya Dağlıları Birliği’’ daha sonra da ‘’Müstakil Şimali Kafkasya Cumhuriyeti’’ kuruluşlarında önemli rol oynamışlardır. Ali Han Beyefendi de bu hareketin önemli önderlerindendi.
         Ali Han üniversiteyi bitirdikten sonra, 1913’de Bakü’ye yerleşerek, avukatlığa başlıyor. O, bu meslekte uzun müddet, 28 Mayıs 1918’de istiklalini ilan etmiş olan Azerbaycan Milli Hükümetinin ilk başbakanı Fethali Han Hoylu’nun yardımcılığını yapmıştır.
         Birinci Dünya Savaşı esnasında Bakü; ‘’Müslüman Cemiyeti Hayriyesi’’ Türk Cephesinde çalışmak üzere Ali Han başkanlığında bir Kızılay ekibi kurmuştu. Bu ekip askeri harekat dolayısıyla zarara uğramış sivil halka ve yaralı Türk askerlerine oldukça mühim yardımlarda bulunmuştur. Bu hararetli faaliyetleri neticesinde, herkesin teveccühünü kazanan Merhum Ali Han, Şubat 1917 inkılabı başlarında Kars Eyaleti askeri valisi vazifesinden azledildikten sonra, halkın arzusu üzerine Eyaletin idaresini üzerine alıyor. Prens Lvov’un Muvakkat hükümeti tarafından Maveray-i Kafkasya’yı idare için kurulan ‘’Maveray-i Kafkasya Özel Komitesi’’ halkın bu arzusuna uyarak Ali Han’ı asaleten eyalet komiserliğine tayin ediyor. ‘’Maveray-i Kafkasya Özel Komitesi’’nin yerini ‘’Maveray-i Kafkasya Komiserliği’’ aldıktan ve Maveray-i Kafkasya Seymi (Parlamentosu), toplandıktan sonra, Ali Han Kars Eyaletinin Türk nüfusu tarafından Seym mebusluğuna seçiliyor. Seym’in prezidyumu teşekkül ederken, Ali Han, adı geçen prezidyumun sekreteri oluyor. Fakat, Ali Han bu vazifede uzun müddet kalmıyor. O, Maveray-i Kafkasya Cumhuriyeti Hükümeti Dışişleri bakan yardımcılığına getiriliyor. Bu cumhuriyet, 1917 Ekim ihtilali neticesinde Maveray-i Kafkasya halkları Rusya ile bütün bağları kopardıktan sonra kuruluyor. Bu makamda Ali Han, Maveray-i Kafkasya ile yakınlaşma ve birleşme yolları arayan ‘’Birleşmiş Kafkasya Dağlıları Birliği’’ emelinin tahakkuku için büyük gayret sarf ediyor.
         Türk Ordusu Batum ve Kars eyaletlerini zapt ettikten sonra, üçlü ittifak devletleri mümessilleri ile Maveray-i Kafkasya Seymi delegeleri arasında Mayıs başlarında Batum’da toplanan sulh konferansına katılmak üzere yollanan Şimali Kafkasya delegasyonuna katılıyor ve delegasyonun diğer azaları ile birlikte 11 Mayıs 1918 de istiklalini ilan eden Şimali Kafkasya Cumhuriyeti adına Türkiye ile dostluk antlaşması imzalıyor. Ali Han aynı zamanda, Şimali Kafkasya Cumhuriyeti istiklalinin Almanya tarafından tanınması ve o devirde Alman Askeri Kumandanlığının büyük bir ilgi gösterdiği Şimali Kafkasya Cumhuriyeti şimal sınırlarının tespiti hususunda Almanya delegasyonu reisi Von Lossow ile Şimal Kafkasya delegasyonu reisi arasında cereyan eden gayet çetin müzakereler de katılıyordu.
         Bilindiği gibi, Maveray-i Kafkasya Cumhuriyeti dağıldıktan ve Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan istiklallerini ilan ettikten sonra, Batum Sulh Konferansı akamete uğramıştı. Üçlü ittifak Devletlerinin müstakil dört Kafkasya Cumhuriyeti ile sulh konferansı yakında İstanbul’da toplanacaktı. Ali Han, Şimali Kafkasya delegasyonunun diğer azalarıyla birlikte İstanbul’a hareket ediyor.
         Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Ermenistan delegasyonlarının gelmesini bekleyen Şimali Kafkasya delegasyonu bu arada boş oturmamış ve Şimali Kafkasya Hükümeti emrine askeri uzmanlar ve geçici bir zaman için 1864 ve 1878 yıllarında vatanlarından sürülen Çerkes ve Dağıstan ahfadından mürekkip bir askeri birliğin verilmesi hususunda Türkiye Hükümeti ile hararetli müzakerelere girişmişti. Necice de Yusuf İzzet Paşanın kumandasında bir tümen Dağıtsana gönderilmişti. Bu ekspedisyonun siyasi hazırlığında Ali Han büyük bir enerji ve faaliyet göstermiştir. Kafkasyadaki durum ve milli hükümetin emel ve ihtiyaçlarını Türk matbuatına aksettirme işinin büyük kısmı dahi Ali Han tarafından idare edilmiştir. Bu arada, her gün daha karışık bir manzara arz eden askeri harekat Almanya ve müttefikleri için katastrofik bir hal alıyor. Bu durumda İstanbul’da toplanması kararlaştırılan sulh konferansı aktedilemiyor ve birkaç aylık semeresiz (neticesiz,boş) beklemeden sonra Kafkas delegasyonları, bu cümleden olarak Ali Han da kendi delegasyon arkadaşlarıyle Kafkasya’ya dönüyorlar.
         Ali Han’ın yurdundaki faaliyetinin yeni safhası, Milli Hükümet tarafından onun Bakü’ye diplomatik, temsilci olarak tayini ile başlar ve siyasi bağları Şimali Kafkasyalıların kardeş Azeri Türkleriyle olan sıkı iktisadi ve siyasi bağları dolayısı ile değil, aynı zamanda, birinci dünya savaşından galip çıkan devletlerin resmi temsilcisi İngiliz Askeri birlikleri kumandanı general Tomson’un Bakü’de karargah kurması dolayısıyle de büyük ehemmiyeti haiz bulunuyordu. Kafkasya Cumhuriyetleri Hükümetleri istiklallerinin tanınması ve kökleştirilmesi konusunda, keza hazırlıkları yapılan Paris Sulh Konferansına kendi heyetlerinin gönderilmesi hususunda çetin müzakerelerde bulunuyorlardı. Ali Han, bütün bu müzakereleri doğuştan bir diplomat gibi büyük bir ustalık ve alastikiyet ile idare ediyordu.
         Terek’in Islav Kazakları ile Şimali Kafkasya şehirlerinde meskun Rusların da iltihak etmiş oldukları ‘’Gönüllü Beyaz Rus Ordusu’’ üstün kuvvetlerinin baskısı altında Şimali Kafkasya Hükümeti çöktükten sonra, yerli halkın ‘’Beyazlara’’ karşı mukavemeti Dağıstan dağlarında temerküz etmişti. Levat Köyünde, başkanlığa Maruf Şeyh Ali Hacı’nın getirildiği, fiiliyatta ise idaresi Ali Han’ın elinde bulunan bir ‘’Müdafaa Şuarası’’ kuruluyor. Çok çetin şartlar altında ilk önce ‘’beyazlara’’ sonra da onların yerini alan ‘’kızıl’’ Rus müstevlilerine karşı aylarca süren kanlı muharebeler cereyan ediyor.
         Yeni Komünist idaresinin ilk işi, eski denenmiş emperyalist ‘’parçala ve yönet’’ metoduna uygun olarak, Şimali Kafkasya halklarının ruhen yekpare ailesini, onları ayrı ayrı cumhuriyetler ve eyaletlere bölmek sureti ile, darmadağın etmek oluyor. Bunu da 1943 ve 1944 yıllarında Çeçen ve İnguşların, Karaçay ve Balkar Türklerinin dünyada misli görülmemiş tüyler ürpertici topyekün imha ve tehcir ameliyesi takip ediyor.
         Böyle bir iktidarla Ali Han’ın elbette uzlaşmasına imkan yoktu. O ve Sovyet istilası ile bağdaşamayan diğer bir çok milliyetçi ve istiklalciler akınlar halinde Gürcistan’a iltica etmeye başladılar. Sovyetler Gürcistan’ın bağımsızlığını resmen tanımış olmalarına rağmen, 1921 başlarında Kafkasya’nın bu son hür kalesine karşı taarruza geçtikleri zaman Tiflis’te bir ‘’Azerbaycan-Dağlılar Komitesi’’ kuruluyor. Ali Han’ı bu komitenin en faal azalarından biri olarak görüyoruz. Batı ve Amerika Birleşik Devletlerine, 22 Şubat 1921 tarihli radyo yayınında reisi tarafından da bildirildiği gibi, bu komite, Kafkasya’nın müstakil-demokratik cumhuriyetlerini yeniden ihya etmek ve konfederasyon kurmak hedefini güdüyordu. Aynı günde Gürcistan Hükümeti’nce de ‘’Azerbaycan-Dağlılar Cumhuriyeti Federatif Hükümeti’’ olarak resmen tanınmış, bu komite, Gürcistan topraklarında yaşayan Azerbaycanlı ve Şimali Kafkasyalıların seferberliğini ilan ediyor. Süratle teşekkül eden Azerbaycan-Dağlılar askeri birliği aktif bir şekilde Tiflis’in müdafaasına katılmış ve Batum’a çekilen Gürcistan ordusu baş kumandanının muhafız kıt’ası vazifesini görmüştür. Batum Garnizonu Bolşeviklere katıldıktan ve Gürcü Hükümeti Batum’u terk ettikten sonradır ki, ‘’Azerbaycan-Dağlılar Müfrezesi’’ sınırı geçmek ve kara yolu ile Trabzon’a varmak emrini almıştır.
         Ali Han Batum’u, Trabzon’a hareket eden son vapurla terk etmiş, Trabzon’da ‘’Azerbaycan-Dağlılar Müfrezesinin’’ Türk makamlarınca karşılama törenini hazırlamış ve müfrezenin terhisi işiyle  meşgul olmuştur. Ali Han’ın teşebbüsü ile adı geçen müfrezenin bir kısım subayları Türk Ordusuna alınmıştı. Bu güç ve karışık işleri bitirdikten sonra, Ali Han önce İstanbul’a, sonra da Ankara’ya geçerek birkaç yılını Türkiye’de geçirmiştir. Bir çok güçlüklere rağmen Türkiye’de de boş oturmayan Ali Han, Sovyet aleyhtarı bütün teşekküllerde faal bir rol oynadıktan sonra, bu faaliyet için daha müsait şartlar bulunan Berlin’e taşınmıştır.
         1934 yılından itibaren Paris’te ilk önce Rusça, sonra da Fransızca, Almanca, İngilizce, Türkçe ve mahalli Kafkas dillerinde ‘’Kafkasya’ dergisi yayınlamaya başlıyor. Bu dergi Marksistlerin siyasi görüşlerini paylaşmayan muhaceretteki Azerbaycan, Ermeni, Gürcü ve Şimali Kafkasya vatanperverleri tarafından çıkarılıyordu.  O devirde Komünizme ve Sovyet iktidarına karşı reel mücadelenin, Almanya ile işbirliği yapılmadan yürütülmesine imkan olmadığına inanan ‘’Kafkasya’’ dergisi idarecileri faaliyet merkezlerini bu memlekete nakil ettiler. Merhum Ali Han bütün bu neşriyata ve bunun etrafında cereyan eden siyasi faaliyetlere büyük bir heyecanla iştirak ediyordu.
         İkinci Dünya Savaşı patladıktan ve Almanya’ya on binlerce esir Kafkasyalı gelmeye başladıktan sonra, ‘’Şimali Kafkasya Milli Komitesi’’ liderlerinden biri olan Ali Han bütün kuvvetiyle Alman orduları saflarında  Sovyetlere karşı amansız mücadeleye katılan Kafkas lejyonlarının kuruluşu işiyle meşgul oluyor. Gerek Ali Han, gerek se diğer Kafkasyalılar Sovyetlere karşı silahlı mücadeleye girişirken, Almanya’nın o devirdeki iktidarına karşı asla ideolojik sempati duyarak hareket etmiyorlardı. O, bütün zeka ve iradesini tek bir mukaddes hedefe tevcih etmişti, vatanını komünist boyunduruğundan kurtarmak ve Müstakil Kafkasya Konferansını kurmak.
         Harp sona erdikten ve Ali Han bir müddet İsviçre’de yaşadıktan sonra, Batıda kalan diğer uzlaşmaz Kafkasyalı arkadaşlarıyla birlikte Almanya’nın Münih şehrine yerleşerek kendisine gaye edinen vatanın kurtuluşu mücadelesi uğrundaki çalışmalarına devam ediyor. Ali Han Münih’e gelir gelmez, 1961 yılında Hakkın rahmetine kavuşan en yakın mesai arkadaşı Ahmet Nabi Magoma ve diğer istiklalci arkadaşlarıyla yukarıda adı geçen ‘’Şimali Kafkasya Milli Komitesi’’ni yeniden ihya ederek derhal faaliyete geçiyor. Onun en yakın mesai arkadaşlarının gayretiyle Kafkasya milletlerinin ülküdaş teşkilatlarını da katıldıkları ‘’Kafkasya İstiklal Komitesi’’ kuruluyor. Bu komite tarafından uzun müddet İngilizce, Rusça ve Türkçe yayınlanan  Kafkasya (Daha sonra Birleşik Kafkasya) dergisinin genel yayın müdürlüğüne Ali Han getiriliyor. O, beklenmedik ani ölümüne kadar, ‘’Amerikan Kurtuluş Komitesi’’ ile işbirliği yaparak, ‘’Şimali Kafkasya Milli Komitesi’’ reisliği, ‘’Sovyetler Birliği Milletlerini Kurtarma Cemiyeti’’ Paris Bloku Başkan Yardımcılığı, bu cemiyetin neşir organı’’Problems of the Peoples of the USSR’’ dergisi yazı kurulu üyeliği ve ‘’Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsün’’nün yayınladığı ‘’Elmecelle’’ dergisinin mesul müdürlüğü vazifeleri yapıyordu.
         Her türlü mahrumiyete katılarak bütün ömrünü Kafkasya’nın ve Sovyet esiri bütün milletlerin kurtuluş ve istiklal davasına adamış olan Kafkasya’nın bu büyük vatansever ve idealist evladı aramızdan ebediyen ayrılmış bulunmaktadır.
         Anısı ve hatırası önünde saygıyla eğiliriz, Yüce Tanrı gani gani rahmet eylesin, nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.

                            SOVYETLER BİRLİĞİNİ ÖĞRENME ENSTİTÜSÜ
                                                    14.İLMİ KONFERANSI

         Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsünün 14.İlmi Konferansı 5-6 Kasım 1962’de Münih’te vukubulmuştur.(Yapılmıştır) Konferans Sovyetler Birliği Gençliği konusuna tahsisi edilmiştir. Konferans çalışmalarına çeşitli çeşitli memleketlerden gelmiş 180 kadar sovyetolog ve ilim işçisi katılmıştır. Bunların arasında Prof.A.Adamoviç (New York), Dr.W.Mattews (Oxford), Dr.M.Stieger (Avusturya), Dr.Wilmanns (Freiburg-Almanya), Dr.A.Steininger (Aachen-Almanya), Prof.Dr.Azizi (İran9, Aclan Sayılgan (Ankara), Hayri Özgümüş (Paris), Nihat Ülküel (Bonn-Almanya), Tanvit Achmad Khan (Pakistan) ve başkaları vardı.
         Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü direktörü Dr.G.Schulz ve Enstitü İlim Heyeti Başkanı Dr. S.Torosyan konferansı açtıktan ve iyi dileklerde bulunduktan sonra, konferansa katılanlar şu raporları dinlemişlerdir.
    1. Lebed : Rejimin bir desteği olarak Sovyet gençliği,
T. Ahminov : Sovyet gençliğinin arzu ve emelleri,
F. Haenko : Çağdaş Sovyet ekonomisinin gelişimde gençliğin rolü,
N. Galay : Sovyetler Birliği gençliği ve Sovyet Silahlı Kuvvetleri,
S. Voronitsin : Çağdaş Sovyet gençliği ve efkarı umumiye problemi,
M. Stieger : Sovyet gençliğinin komünist olmayan dünyaya karşı münasebeti
j.Zieh : Sovyet tesiri altındaki milletlerarası gençlik teşekkülleri
         Raporlardan sonra, raporları tamamlayan şu kısa tebliğler okunmuştur:
Sovyet gençliğinin milli terkibi (Y.Mironenko), Sovyet cumhuriyetlerinde gençlik problemi (Prof. E.Glovinski, R. Zıbenko, P.Urban), Sovyetler Birliğinde akademik gençlik (Prof.P. Fedenko, G.Kojitsa, R.Lohenz), Sovyetler Birliği ve öğrenim reformu (Prof.İ. Şumilin), Gençlik ve Sovyetler Birliğinde siyasi terbiye (P.Fedenko), Sovyet gençliğinin dine karşı münasebeti (N.Teodoroviç), Bedii edebiyatta Sovyet gençliği (Dr.A. Steininger, A. Gayev, L.Mirkitican), Komünist diktatörlüğü sisteminde genç komünist kadrolarının rolü (P.Krujin), Sovyet gençliği çevrelerinde dünyayı görüş tarzı alanında araştırmalar ( Y.Marin), Sovyet gençliği ve spor (N. Mençukov), Sovyetler Birliğinde gençlerin işlediği cinayetler (Y.Mironenko).
         Tebliğlerden sonra geçenlerde hürriyeti seçmiş olan Lvov Teknik üniversitesi öğrencisi L. Danilenko, çağdaş Sovyet gençliğinin ruh haleti ve emelleri hakkında bir konuşma yapmıştır.
         Konferanstan sonra yapılan tartışmalar, Ankaralı Aclan Sayılgan da katılmıştır.




                                       GERHARD VON MENDE
                                                   (1904-1963)

         Tanınmış Alman Türkolog ve Sovyetologu Prof.Dr.Gerhard Von Mende, 15 Aralık 1963 tarihinde şaibeli bir şekilde bu dünyadan ayrılmıştır.  25.12.1904’de Riga’da doğan mütevvefta profesör, birinci dünya harbinden sonra Almanya’ya göç eden Baltıklı Alman ailesine mensuptu. Mende, Berlin ve Breslau Üniversitelerini başarıyla bitirdikten sonra, Şubat 1933’de doktora tezini savunmuş, 1935 yılının Aralık ayında doçent payesini almış, 1940 yılında da Berlin Üniversitesi Rusya kürsüsüne profesör olarak tayin edilmiştir. G.Von Mende’nin, bugün de bu sahada en iyi eserlerinden biri sayılan ‘’Der Nationale Kampf Der Russlandtürken), Rusya Türklerinin Milli Mücadelesi adlı eseri 1936’da Berlin’de yayınlanmıştır. Bu eser 19 ve 20. asırlarda Rusya Türklerinin tarihini araştırma sahasında mevcut boşluğu sade doldurmakla kalmamış, aynı zamanda bu problemin ilerideki araştırıcıları içinde kıymetli bir kaynak ve materyal vazifesini görmüştür. Bu eseri müteakip profesörün, bütün Sovyet esiri milletlerin milli mücadele problemini de ele alan ‘’Die Der Sowjetunion) Sovyetler Birliği Milletleri adlı ikinci eseri çıkmıştır. Maalesef 2. Dünya Harbi G.Von Mende’nin bu kadar verimli başlayan ilmi faaliyetlerini bir dereceye kadar durdurmuştur. Profesör Mende, vazifeye çağrılmış ve Alman Doğu Bakanlığının emrine verilmiştir. Bu bakanlığın Kafkasya Şubesi Müdürlüğüne tayin edilen müteveffta prefösör, Sovyetler Birliği halklarını diskriminasyon siyasetine karşı bütün kuvvetiyle mukavemet etmiş ve bu arada, o zamanki Almanya’nın işgal ve tesir sahasına düşmüş olan Kafkasya Halklarına, Azerbaycan, İdil-Ural, Kırım ve Türkistan Türklerine büyük yardımlarda bulunmuştur. G.Von mende’nin Kafkas ve Türk mültecilerine yaptığı bu karşılıksız ve içten gelen yardımları harpten sonra da devam etmiştir. Batı Almanya’nın Duesseldorf şehrindeki ‘’Büro Für Heimatverriebene Auslander’’ ve ‘’ Forschungsdients Osteuropa’’nın müdürü sıfatıyla O, bir çok genç mültecilere, burslu olarak, Batı Almanya’nın çeşitli üniversitelerinde tahsillerinin devamını sağlamıştır. Harpten sonra en yeni milli tarihi konusunda, harpten evvelki eserlerin devamı olan şu iki eseri kaleme almıştır. ‘’Die Türkvölker im Herrscbaftsberich der Sowjetumion 1960) ve ‘’ Nationalitat umd Ideologie 1962). Profesör G.Von Mende’nin daha bir çok ilmi eser planladığı biliniyordu. Fakat, ani ölümü verimli çalışmalarını yarıda bıraktı. Türk Dünyası,Prof.Von Mende’nin şahsında sadık ve samimi bir dostunu, şarkiyat ilmi de Kafkasya, Kırım, İdil-Ural ve Türkistan’ın en yeni tarihi sahasında kıymetli, tecrübeli ve kabiliyetli bir araştırmacı ilim adamını kaybetmiştir. Onun hayali Azerbaycan, İdil-Ural, Kırım ve Türkistan Türkleriyle Kafkasya halklarının milli kurtuluş mücadelesinin ilmi tetkikine kıymet verenlerin kalplerinde uzun zaman yaşayacaktır.
         Cenabı Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Toprağı bol olsun. Sovyetler Birliği çöktü huzur içinde uyu büyük kahraman.







                                          SARKİS TOROSYAN
                                                  (1898-1963)

         Sovyetler Birliği Öğrenme Enstitüsü üyelerinden Dr. Sarkis Torosyan 29 Aralık 1963 tarihinde Münih’te vefat etmiştir. Torosyan, 27.10.1898’de Erivan’da, bir tıp doktoru ailesinin çocuğu olarak doğmuştur. 1916’da Erivan Lisesini bitirmiştir. Torosyan, Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’nin istiklal devrinde (28.05.1918-02.12.1920) Ermenistan hükümet başkanının hususi sekreteri olmuştur. Torosyan, Kızıl Ordu’nun işgal ettiği Sovyet Ermenistan’ında Şubat 1921’de bolşevizme karşı vukubulan halk ayaklanmasına katılmış, bu ayaklanam Bolşeviklerce kan ve ateşe boğulduktan sonrada, aynı yılda İran’a iltica etmiştir.
         Müteveffta, 1923-1928 yıllarında Prag Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesinde yüksek tahsil yapmıştır. ‘’Devlet ve Marksizm’’ konusunda doktora tezini müdafaa etmiştir. Dr.Torosyan bundan sonra Paris’e yerleşmiş ve orada gazeteciliğe başlayarak, aynı zamanda içtimai ve siyasi faaliyetle de meşgul olmuştur. Dr. Torosyan 1954 yılında Münih’teki Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü’nün asil üyeliğine seçilmiştir. 1954’den 1963 yılına kadar Enstitü İlim Heyeti ve Heyete bağlı Neşriyet Şubesi üyesi sıfatıyla aktif bir şekilde Enstitü İlim Heyeti Başkanı makamında bulunmuş ve bu arada Enstitü neşriyatından ‘’Caucasian Review’’ dergisinin mesul müdürlüğü ve ‘’ Studies on the Soviyet Union’’ dergisi yazı kurulu başkanlığı vazifelerini de görmüştür. O aynı zamanda Münih’te bulunan ve Sovyetler Birliğine yayın yapan ‘’Hürriyet’’ radyosunun Ermeni şubesini de idare ediyordu. Torosyan, bir çok ilmi makaleler ve ‘’Hürriyet’’ radyosu için Ermenice yazılar yazmıştır. Komünist-Totaliter rejime ve Sovyet Komünizmine karşı şiddetli muhalif olan Dr. Torosyan, Sovyetler Birliği esir halklarının hürriyet ve istiklal mücadelesine hararetle katılıyordu.  O, Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsünde iş arkadaşlarının ve etrafındakilerin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Ailesinin arzusu üzerine Dr. Torosyan Paris’te defnedilmiştir.
         Sovyetler Birliğinin çöküşü ve halkların özgürlüğü için verdiği onurlu mücadelesinin önünde saygıyla eğilir, kendisine Allah’tan rahmet dileriz, mekanı cennet olsun, toprağı bol olsun, Sovyetler Birliği çöktü, rahat uyu büyük insan.













                                      DR.HASAN BEY OROYS-KERBELA
                                                           (1891-1964)

         Azerbaycan, Kafkasya, esaret altında bulunan Türk illeri ve tekmil dost mahkum milletlerin kurtuluş cephesi acı bir kayba uğramıştır. Azerbaycan  muhaceretinin tanınmış siyasi şahsiyetlerinden, Milli Azerbaycan mültecilerinin fedakar ve emektar lideri Dr. Hasan Bey Oroys 2 Mayıs 1964 günü hakkın rahmetine kavuşmuştur. Rahmetli Dr. H.Oroys, 01.01.181 tarihinde Azerbaycan’ın Kazak mahallinde  çok asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. İlk ve lise tahsilini Kazak ve Tiflis’te tamamlayan merhum Hasan Bey, Kiyev Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olmuştur. Kiyev’de öğrenim gördüğü yıllarda yurdu Azerbaycan’da yapılan kurtuluş hamleleriyle ilgili hareketleri, milli matbuat vasıtasıyla, çok yakından takip eden genç tıbbiye talebesi Dr. Oroys, Azerbaycan Türklüğünün milli kurtuluş mücadelesine fiilen katılıyor. Nitekim kendisinin, 1917 yılının 01-11 Mayısında toplanan Bütün Rusya Müslümanları kongresinde topraklı-milli muhtariyet tezini başarıyla savunan ve ünlü siyaset adamı merhum Mehmet Emin Resulzade’nin riyaset etiği Azerbaycan delegasyonunun çalışmalarına faal surette katıldığına şahit oluyoruz. 28 Mayıs 1918’de kurulan Müstakil Milli Azerbaycan Cumhuriyeti devrinde Dr. Oroysu, Azerbaycan Türklüğünün sağlığı ve sosyal kalkınması işine feragatla hizmet eden bir tıp uzmanı olarak görüyoruz. 27 Nisan 1927’de Bolşevik ordularının bağımsız Azerbaycan’ı haince istilası, memleket içinde büyük tepkilere yol açıyor. Yurdun her tarafında yer altı faaliyetlerinden silahlı isyanlara kadar uzun yıllar süren geniş ve şümüllü bir mukavemet hareketi başlıyor. Büyük mahrumiyetler içinde savaşan fedakar milli telif fasılalarla birçok defalar tevkif ediliyor. Dr. Oroys, İkinci Dünya Harbi’nin ağır mahkumiyet yıllarında, perişan durumda bulunan yardıma muhtaç yurttaşlarının yanı başında dır. O, hiç yorulmadan yurttaşlarının her yardımına koşuyor, hastaları hastanelere yerleştiriyor, hayır kurumlarından yardımlar sağlıyor, yurttaşlarının mültecilik haklarını korumak amacıyla teşkilatlanmak gayreti gösteriyor ve bundan da tam muvaffak oluyor. Çok hayırsever bir insan olan Dr. Hasan Bey Oroys Kerbela Azerbaycan İstiklal Ülküsüne son derece bağlı bir siyaset adamı idi. Merhum son nefesine kadar Azerbaycan İstiklal Hareketinin ana ilkelerine sadakatle bağlı kaldı, bu davanın yorulmaz, yılmaz bir yolcusu oldu, Yüce Tanrı sonsuz rahmetine rahmetine gark eylesin, nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.











                                        MUSTAFA ZİHNİ HIZAL
                                                  (1919-1964)

         Tanınmış cemiyet adamı, milliyetçi ve koyu komünist aleyhtarı Mustafa Zihni Hızal, 3 Şubat 1964’de Ankara civarında meydana gelen feci bir uçak kazasında ebediyen aramızdan ayrıldı. Mustafa Z.Hızal, Şimali Kafkasya Rus istilası felaketine uğradıktan sonra, geçen asrın 60’ıncı yıllarında Kafkasya’dan Osmanlı İmparatorluğuna iltica eden Hıdzetl adlı eski bir Çeçen soyuna mensuptu. Bu soyun ahfadı sadakatle Türk Ordusunda vazife görmüşlerdir. Mustafa Z.Hızal 1919’da Düzce’de dünyaya gelmiştir. O, 1939’da Eskişehir Hava Lisesinden mezun olduktan sonra, ikinci dünya harbi sıralarında askeri pilot ödevini yapmış, 1951’ den itibaren trajik ölümüne kadar, Türk Hava Yollarında sivil pilot olarak çalışmıştır.
         Mustafa Z. Hızal vazife dışındaki bütün boş zamanlarını içtimai milli faaliyetlere adıyordu. Fevkalade dürüst, medeni cesaret ve dini inanç sahibi M. Hızal adaletin nihai zaferine inanmış örnek bir idealist-anti komünist idi. Ateşin bir Türk ecdadının vatanı Şimali Kafkasya vatanperveri olan M.Hızal, bütün kuvvet ve bilgisini Kafkasya halklarının ve Sovyet esiri diğer milletlerin hürriyet ve istiklal idesi hizmetine veriyordu. Nispeten kısa süren hayatı zarfında O, Türkiye’nin çeşitli gazete ve dergilerinde yayınlanan 200 den fazla makale yazmıştır.
         Mustafa Z. Hızal makalelerinde, başta Kafkasya’nın Müslüman halkları olmak üzere, Sovyetler Birliği’nin milyonlarca esir milletlerini boyunduruğu altında inleten komünist ideolojisinin mahiyetini şiddetle tenkit ve teşhir ediyordu. Mustafa Z. Hızal aynı zamanda şu iki eseri kaleme almıştır. (Şeyh Şamil-Kafkasya İstiklal Mücadeleleri-Ankara 1958), (Kuzey Kafkasya Hürriyet ve İstiklal Davası-Ankara 1961)  Müellif bu eserlerinde, Şimali Kafkasya’nın zengin tarihi geçmişini ve Şimali Kafkasyalıların ilkönce Çarlık, sonra da Sovyet Rusya’nın saldırılarına karşı kahramanca mücadelelerini objektif bir şekilde aydınlatmaktadır. Hızal’ın ‘’Şeyh Şamil’’ eseri, Sovyet basınında şiddetli bir tepki uyandırmıştır. Bu demektir ki, adı geçen eserler tam manası ile hedefe ulaşmış ve Şimali Kafkasya’da Sovyet Milli siyasetini açıklayan birer vesika vasfı kazanmışlardır.
         Mustafa Hızal aynı zamanda yorulmak bilmeyen bir cemiyet adamı olarak ta tanınmıştır. O, Müteaddit defalar ‘’Türk Milliyetçiler Derneği’’ ve diğer milli ve sosyal teşekküllerde konferanslar vermiştir. Onun bütün bu konferansları, Sovyet ve Komünist boyunduruğuna karşı Şimali Kafkasyalıların milli-kurtuluş mücadelesinin idesini aksettiriyordu. Yüksek insani vasıfları dolayısıyla çok sevilen ve takdir edilen Mustafa Hızal, maalesef en verimli yaşlarında hayata gözlerini yummuştur. Fakat O, kendinden sonra, zengin manevi miras ve genç kuşağın örnek olabileceği idealist bir şahsiyet tipi bırakmıştır. Cenabı Hak gani gani rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, nur içinde yatsın.
                                        REŞİT RAHMETİ ARAT
                                                   (1900-1964)

         İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümünün Eski Türk Filoloji Kürsüsünün Kürsü Profesörü, Ankara Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Kurucu üyesi, Münih Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü muhabir üyesi Ordinaryüs Profesör Dr. Reşit Rahmeti Arat 29 Kasım 1964 tarihinde vefat etmiştir. Rahmetli İdil-Ural Türklerinden idi. 15 Mayıs 1900’de Kazan’ın kuzey batısında Eski-Ücüm’de doğmuştur. İlk tahsilini Eski-Ücüm’de Rüştiye’yi Kızılyar’da ikmal etmiş, orta ticaret mektebinde ve lisede okumuştur. 1918 yılında askere alınmış, yaralanmış ve uzak şarka nakil edilmiştir.Lise tahsilinin son yılını Mancuryan’ın Harbin şehrinde 1921 yılında tamamlamıştır.
         Rahmetli 1922 yılında Almanya’ya gelmiş, Berlin Üniversitesinin Felsefe Fakültesine kayıt olmuş, Türkoloji ile beraber Edebiyat Tarihi, Felsefe ve Psikoloji derslerine devam etmiştir. 1927 tarihinde Türk dili alanındaki bir araştırması ile doktorasını yapmış, Berlin Üniversitesine bağlı Şark Dilleri Okulunda Kuzey Türkçesi lektörü olmuş, 1928 den 1933 yılına kadar da Berlin İlimler Akademisinde ilmi yardımcı olarak çalışmıştır.
         Rahmetli 1933 yılında Türkiye Maarif Vekaletinin daveti üzerine Türkiye’ye gelmiş ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Kürsüsüne profesör tayin edilmiştir. 1958 yılında Ordinaryus profesörü olmuştur. 1942 yılında Türk tarih Kurumu üyeliğine seçilmiş kuruluşundan son ana kadar ‘’İslam Ansiklopedisi’’nde çalışmıştır.  İslam Ansiklopedisi varlığını büyük ölçüde ona borçludur. Almanca, Rusça ve İngilizce bilirdi. Eski Türkçenin, Uygurcanın en büyük mütehassısı idi. Türklük bilgisi ilim sahasına candan bağlanmış bulunuyordu. Rahmetli eserler adamı idi, onun yazdığı ‘’Kutadgu Bilig’’ eseri derin bir araştırma ve sabır neticesinde meydana getirilmiştir.
         Bütün Türklük idealine bağlı büyük Türkçü olan Reşid Rahmeti Arat’ın vefatı Türk Dünyası için büyük bir kayıptır. Aile efradına, dostlarına, sevenlerine baş sağlığı dileriz, mekanı cennet olsun.
                                  NİYAZİ YUSUFBEYLİ-KÜRDEMİR
                                                      (1908-1964)

         Teessürle öğrendiğimize göre, Niyazi Yusufbeyli-Kürdemir 25.12.1964 gecesi Ankara’da evinde geçirdiği bir kalp krizi neticesinde vefat etmiştir. 1908 yılında Azerbaycan’ın Gence şehrinde doğan Niyazi Yusufbeyli-Kürdemir, Azerbaycan eşrafından ve Azerbaycan Milli Hükümet başkanı Nasip Bey Yusufbeyli’nin ve Kırımlı meşhur fikir adamı İsmail Bey Gaspıralının kızı Şefika hanımefendinin oğullarıdır.
         Merhum, Azerbaycan’ın istilası üzerine, annesi ve ablası ile birlikte Türkiye’ye iltica etmiş, lise tahsilini Galatasaray lisesinde yapmış, İstanbul Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin tarih kısmından mezun olmuştur. Bir müddet öğretmenlikte yapmış olan merhum, bilahare Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğünde çalışmıştır.  Rusça ve Fransızca bilen merhum Beden Terbiyesi Dış Münasebetler bölümündeki görevini başarı ile yönetmiştir.
         Merhum, Azerbaycan istiklalcileri saflarında her zaman aktif rol oynamıştır. Azerbaycan Gençler Birliği, Azeri Türk Talebe Birliği, Azerbaycan Milliyetçileri Derneği, Azerbaycan Milli Kurtuluş Birliği kurucuları ve yöneticileri arasında idi. Azerbaycan milli basınında Niyazi Kürdemir olarak ve başka isimlerle de yazılar yazmış. Azerbaycan’ın özgürlüğüne kavuşmasında aktif ama gizli rol oynamıştır. Mücahit dergisinin de yazarlarından idi. Ciddi ve tarihi görüşü ile bağımsızlık mücadelesini her zaman savunmuş ve idare etmiştir.
         Bağlı bulunduğu teşkilatta varlığı büyük bir değer taşıyan Niyazi Yusufbeyli Kürdemir’in vefatı onu tanıyanlar arasında büyük bir üzüntü yaratmıştır. Kederli ailesine, fikir ve dava arkadaşlarına başsağlığı, kendisine Yüce Tanrı’dan bol rahmetler dileriz. Nur içinde yatsın.

                                     DOKTOR KAYIR DOY
                                              (1908-1965)

         Kuzey Kafkasya mültecileri bir kurban daha verdiler. Dr. Kayır Doy, kısa süren bir hastalıktan sonra 21 Ocak 1965 yılında İstanbul’da vefat etti.Cenazesi Şişli camiinde kılınan namazı müteakip, Zincirlikuyu mezarlığında defnedilmiştir.
         Rahmetli, Kuzey Kafkasya’nın Osetin kabilesinden olup, Elhot köyünde dünyaya geldi. Vladikafkaz lisesinden mezun olmuş, Rostov-Don Üniversitesinden Tıp doktoru olarak mezun olmuştur. Dağıstan’da serbest doktorluk yapmış, 2. Dünya Savaşında Rus Ordusunda doktor iken Almanlara esir düşmüştür.
         Ateşin bir Kafkas vatanperveri olan Dr.Doy, ikinci dünya savaşı sıralarında yurttaşlarını Alman esir kamplarından kurtarma işinde aktif rol almıştır. Aynı zamanda Alman ordusu saflarına geçerek Ruslarla çarpışmıştır. Kuzey Kafkasya Milli Lejyonunda baş hekimlik yapmıştır. Bu lejyon Ruslarla silahlı çatışmalar yürütmekte idi.
         Daha sonra Türkiye’ye yerleşerek mesleğini icra etmiş ve kendini çok sevdirmiştir. Kuzey Kafkasya’daki bağımsızlık mücadelesini Türkiye’den devam ettirmiş ve hiç kopmamıştır. O Kafkasya davasına ait derin bilgileri ile her zaman Kafkasya davasına hizmet etti. O büyük Kafkaslı ve büyük Müslümandı, Kafkasya halkının kalbinde her zaman yaşayacaktır.
         Cenazesi çok büyük bir kalabalık nezaretinde kaldırılmıştır, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.






              SOVYETLER BİRLİĞİNDE MÜSLÜMANLIĞIN DURUMU
                                                   (1959 YILI)

         Sovyetler Birliğinde, başlıca dünya dinlerine mensup yüzün üzerinde çeşitli millet yaşamaktadır. Sovyetler Birliğindeki İslav milletler, Rus, Ukraynalı ve Belorus’lardan ibaret olup Ortodoks’turlar ve bu yönden memlekette sayıca ilk yeri işgal etmektedirler. İkinci yeri Müslümanlar almaktadır. Müslümanların bulunduğu başlıca bölgelerde şunlardır; İdil boyu, Ural, Sibirya, Türkistan ve Kafkasya. Sovyet istatistik rakamlarına göre, aşağıdaki millet ve kabileler Müslüman’dır.
Özbek Türkleri…………………………..6.015.000
Kazan ve Sibirya Türkleri………………4.968.000
Kazak Türkleri…………………………..3.622.000
Azerbaycan Türkleri…………………….2.940.000
Tacikler…………………………………...1.397.000
Türkmen Türkleri………………………..1.002.000
Başkırt Türkleri…………………………..   989.000
Kırgız Türkleri……………………………   969.000
Dağıstanlılar……………………………….  947.000
Çeçen-İnguşlar…………………………….  525.000
Osetinler……………………………………  410.000
Karakalpak Türkleri……………………… 173.000
Uygur Türkleri……………………………...  95.000
Karaçay-Balkar Türkleri…………………..123.000
Adıge,Abazin,Karabaytay………………….334.000
Kürtler……………………………………….  59.000
Anadolu Türkleri……………………………. 35.000
Asuriler……………………………………….  22.000
İranlılar………………………………………. 21.000
Arnavutlar…………………………………….  5.000
Kırım Türkleri………………………………..  ?
         Sovyetler Birliği Anayasaına göre, bu Müslüman Halkların doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’ne dahil sözüm ona ‘’müttefik’’ cumhuriyetleri ve bu  cumhuriyetlerden birine giren ‘’muhtar cumhuriyet’’ ve ‘’muhtar eyaletleri’’ i vardır.
         Müttefik Müslüman Cumhuriyetleri sayısı 6’ dır. Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetleri. Muhtar Müslüman Cumhuriyetlerinin sayısı ise 10’u bulmaktadır. Tataristan, Başkırdistan, Karakalpak, Dağıstan, çeçen-İndiguştan, Kuzey Osetistan, Kabartay-Balkar, Abaza (Kısmen Müslüman), Acaristan ve Nahçivan Muhtar Sovyet Cumhuriyetleri. Muhtar Eyaletler de 2 dir. Karaçay-Çerkes ve Adıge Muhtar Eyaletleri.
         Sovyet Hükümeti, kendi tebaaları üzerine mutlak bir hakimiyet kurmak amacıyla, birbirlerine sade hudut ve milliyet bakımından değil, aynı zamanda dilce de yakın olan kabileleri parçalamaktadır. Mesela, Türkistan Türklerinin Özbek, Kazak, Türkmen ve Kırgız kabileleri; Kazan ve Başkırt Türkleri; Azerbaycan Türkleri, Karaçay-Balkar Türkleri, aynı dili konuşan ve aynı dinde olan Kabartay’ların da dahil bulunduğu Çerkezlerden ibaret Kafkasya Halkları için teker teker cumhuriyet, eyalet, gramer, edebiyat ve büyük bir millet haline gelme imkanına engel olan bir çeşit farklar ve ayırmalar vücuda getirmektedir.
         Müslüman halklarının Rus istilası altına alınışı da şu tarihlerde olmuştur; Kazan Türkleri 16.Yüzyıl ortalarında, Kırım Türkleri 18.Yüzyıl sonlarında, Türkistan Türkleri 19. Yüzyıl ortalarında, Azerbaycan Türkleri 19.Yüzyıl başlarında, Kuzey Kafkasya halkları da 19.Yüzyıl ortalarında.
         Çarlık Rusyasında Müslüman halkları için bazı tahdit ve kısıntılar vardı. 1905 ilk Rus İhtilalinden sonra, İslam Dini devlet içerisinde hukuken eşit bir din halini aldı. İkinci Rus İhtilali, yani Şubat 1917 İhtilali, Müslümanlık da dahil, bütün dinlerin tamamı ile serbest olduğunu ilan etti. Durum, 3.Rus İhtilalinden, yani Ekim 1917 ihtilalinden sonra kökünden değişti. Bu ihtilalin başında, bugün de Rusya’da (Rusya, 1924 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adını almıştır) iktidarda bulunan Bolşevik-komünistler duruyordu. İdeolojileri icabı Allahsız olup, ateist öğretisini de devletin dini yapan Rus Komünistleri taktik mülahazalarla kendi hakimiyetlerinin ilk çağlarında Müslümanlığa karşı özel ve ihtiyatlı bir tutum takınmışlardı. Komünist liderlerinden Lenin ve Stalin, 2 Aralık 1917 tarihinde Rusya’nın bütün Müslümanlarına hitaben şu beyannameyi neşretmişlerdir.
         ‘’ Rusya Müslümanları, İdil boyu ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan Kırgız ve Sartları, Maveray-i Kafkasya Türk ve Tatarları, Kafkasyanın Çeçen ve Dağlı halkları. Camiler, mukaddes yerleri ortadan kaldırılanlar. Rusya Çarları ve zalimleri tarafından din ve geleneklerinizin, milli ve kültür müesseselerinizin hür ve dokunulmaz olduğunu bildiriyoruz. Milli hayatınızı kendi usul ve arzularınıza göre kurunuz. Bu sizin hakkınızdır. Bayraklarımızla bütün dünyanın esir milletlerine hürriyet götürüyoruz.’’
         Daha önceleri Çarlık tarafından müsadere edilmiş bulunan Hz. Osman’ın Kuran-ı Kerim nüshası da geri verilmişti. Çarlık hükümeti tarafından kontrol altına alınan Orenburg ve Kazan camileri de Müslümanlara iade edilmişti. Resmen Allahsız olan Sovyet Rusya devletinde Müslümanların durumu, 1924 yılına kadar nispeten çekilir bir halde idi. Arhangelsk, Viyatka, Kazan, Nijnegorod, Orenburg,Perm, Petrograd, Ufa ve başka eyaletlerde, aynı suretle Türkistan’da (Semipalatinsk, Taşkent, Verni) ve Sibirya’da (Çita, Tobolsk, Novonikolayev) sözüm ona ‘’Müslüman Komiserlikleri’’ kurulmuştu. Bolşevikler, ayrıca seri halinde ‘’Müslüman Kongreleri’’ düzenlemeyi de unutmamışlardı. Bu kongrelerde ateist Bolşeviklerin yanında Müslüman molla ve imamlarda yer alıyordu. Bu kongrelerde Bolşeviklerin vermeleri imkansız olan din, hürriyet ve milli istiklal vaitleri etrafında konuşmalar yapılıyor, bu da Sovyet siyaseti için büyük başarılar sağlıyordu.
         1917-1920 yıllarında sabık Rusya İmparatorluğunun Müslüman eyaletlerinde kurulan Kırım, Kuzey Kafkasya, Azerbaycan, idi-Ural ve Türkistan gibi bağımsız devletler, şu iki faktörün baskısı altında çökmüşlerdir.
1. Bolşeviklerin Müslümanlık propagandası.
2. Kızılordunun silahlı istila hareketi.
Artık, Sovyet kuruculuğu başlamıştı. Bolşevikler, taktik mülahazalarla yeniden istila altına alınmış bu yerlerde tam bir Sovyet düzenini derhal uygulama siyasetinden vazgeçmişlerdi.
         Türkistan ve Kuzey Kafkasya’da kurulan Sovyet Cumhuriyetleri, daha ‘’Sosyalist’’ diye anılmıyordu. Bunlara ‘’Halk Cumhuriyetleri’’ deniliyordu. (Bugün Doğu Avrupa’da ‘’Halk Demokratik Cumhuriyetleri’’ denildiği gibi). Sovyet Hükümeti, hatta daha ileri giderek bazı Müslüman Cumhuriyetlerinde şer’i mahkemeleri bile tanımıştı. İşte bu hakka sahip yerlerde kadının başkanlığı ‘’şer’i mahkemeler’’ kuruldu. Bütün din işlerini yönetmek ve devam ettirmek maksadıyla müftünün başkanlığı altında dini müesseseler vücuda getirildi veya eskiler olduğu gibi bırakıldı. Din okulları (medreseler) her hangi bir engelle karşılaşmadan çalışıyor, dini eserler basmak işi yeniden canlanarak Kuran-ı Kerim ve başka din kitapları da basılıyordu. Bütün bu hürriyete rağmen, Sovyet iktidarına karşı yapılan ilk ayaklanmalara Müslüman din adamları da yönetici sıfatıyla katılmış ve faaliyet göstermekten geri kalmamışlardı. Zira, onlara göre, Bolşeviklerin verdiği bu ‘’din hürriyeti’’ Müslümanları siyasi ve dini bakımdan tam bir esaret altına almak için geçici bir tedbir idi. )1920 de İDİL-Ural’da Viloç isyanı, 1920-1921 de İmam torunu Sait Şamil’in Kuzey Kafkasya’daki isyanı, 1920 de Azerbaycanlıların Gence, kazak, Zakatalı isyanları).
         Bütün bunlara rağmen, Sovyet hükümetinin Müslümanlığa karşı müsamahalı siyaseti gene de eskisi gibi devam ediyordu. Bizzat isyan hareketine katılmış imamlar tevkif edilerek hapse atılıyorlardı ama, tüm olarak din adamları izlenmiyordu. Din okulları ve camiler mevcut kanun hükümleri altında açıkça çalışıyordu.
         Müslümanlığa ve Müslüman din adamlarına karşı baskı, köylerde ‘’köy ağaları ve mollalar’’dan (1928 de) tahıl almak için alınan sözüm ona ‘’olağanüstü tedbirler’’in uygulamasıyla başmış ve kollektivizenin başlangıcından itibaren de (1929-1934) bu baskı ve zulümler, Sovyet Hükümetinin bütün din, ruhaniler ve din müesseselerine karşı teşkilatlanmış bir seferi halini almaya başlamıştır. Muhtemel karışıklıklara meydan vermemek için de bu sefer aşağıdaki merhalelerden geçilmiştir.
         İlk merhale; Din kitapları yayınları yapan bütün müesseseler müsadere edilerek inkılap aleyhtarı yayın diye bütün dini eserlerin yayınlanması yasak edilmiştir. Yürürlükte bulunan Arap harfleri Latin harflerine çevrilmiştir. (Sonradan ise doğrudan doğruya Rus-Kril harflerine geçilmiştir). Aktif dini hizmetlerde bulunanlar ‘’çalışmayan elemanlar’’ olarak ilan edilmiş ve ‘’seçim hakları’’ndan yoksun bırakılmışlardır. Bundan sonra da onlara iktisadi ve mali cezaların uygulanılmasına başlanmış, yani onlar yüksek vergilere tabi tutularak yerine getirilmelerine maddeten imkanları olmayan çok miktarda tahıl, et, yün gibi maddeleri devlete teslim etmeye zorlanmışlardır. Devlete ‘’teslim tahhüdünü’’ yerine getirmeyenlere de ekmek maddesi (RSFSR ceza kanunu 107) uygulanmış, yani sürgün cezasına çarptırılmışlardır. Din adamlarını kötü durumdan kurtarmak emeliyle halk, kolektif şekilde, talep edilen resmi taahhüdünü ödemekten geri durmamıştır ama, ne de olsa bütün bunlar geçici bir kurtuluş çaresinden başka bir şey değildi.
         İkinci merhale; NKVD (İçişleri Halk Komiserliği), din adamlarından, bilahare basında yayınlanmak üzere standart bir şekilde kaleme alınmış bildirileri imzalamalarını talep etmeğe başladı. Bu bildirimlerde din adamlarının, dinin halk için bir aldatma olduğunu, artık bugünden itibaren inancından vazgeçtiğini ve dine hizmet etmeyeceğini alenen ilan etmesi gerekiyordu. NKVD’nin bu emrine ancak tek tük kimseler boyun eğdiği için, NKVD kendi özel haklarından faydalanarak inat eden imamları çeşitli bölgelere sürüyordu. İmamlar, NKVD tarafından sürgüne gönderildikleri için, camiler imamsız ve vaizsiz, medreseler de hocasız kalmışlardır. Bu arada ortaya dini tahsillerini tamamlayamamış ve resmen imam unvanını almamış olanlar çıkmış ve imamların yerini doldurmaya çalışmışlardır. Bu gibilerini bizzat Sovyet Hükümeti evvela imam olarak ilan etmiş, sonra da sürgün yerlerine göndermişti.
         Üçüncü merhale; Sovyet Hükümeti din mekteplerinin ve camilerin binalarını müsadere ettiğini bildirmiş ve bu binalardan bir kısmını ‘’Allahsızlar kulübü’’ ‘’Kızıl köşeler’’ adlı teşekküllere vermiş, bir kısmını da anbar yapmış, yahut esasen yıktırmıştı.
         Çeşitli kaynakların verdiği bilgilere göre, komünizmin Sovyetler Birliği’ndeki Müslümanlığa karşı yaptığı bu teşkilatlanmış seferi mahvedici bir sonuç vermişti (1929-1939). Şöyle ki; Türkistan’da 14.000, İdil-Ural’da 6.000, Kuzey Kafkasya’da 4.000, Kırım’da 1.000 cami kapatılmıştır. Bütün şeyhler, imamlar ve mollalar şiddetli baskı ve gaddarlıktan kurtulamamış, bir kısmı kurşuna dizilmiş, bir kısmı da kürek cezasıyla sürgün yerlerine gönderilmişlerdir. Bütün medreseler kanun dışı ilan edilerek kapatılmış, bütün mukaddes yerler ve ziyaret ocakları da müsadere edilmiştir. Hac seferleri ise çok daha önceden yasak edilmişti.
         Alman-Sovyet savaşı başlayınca, Stalin kendi rejimi için bir ölüm tehlikesi duyuyor. Allahsız komünistler, bütün dinleri boğanlar birden bire Tanrı’yı hatırlamaya başladılar. Elbette, bu hatırlama şu veya bu dine dönmüş oldukları için değil iktidarlarını ellerinde bulundurmak gayesiyle Sovyetler Birliği’ndeki dinlerden faydalanmak içindi. Bu, komünistlerin eşine rastlanmayan kitlevi enkizisyon ile insanların Tanrı’ya olan inançlarını ortadan kaldırma yolundaki mücadelede muvaffak olamadıklarının en iyi ve kuvvetli bir delilidir. Komünist rejimi, dine bağlı olanları daha fazla izledikçe ve din adamlarını, din müesseselerini ortadan kaldırdıkça, halkın Tanrı’ya beslediği iman da daha fazla kuvvetleniyor ve sağlamlaşıyordu. İşte, Sovyetler Birliği’nde dinin ‘’genel af’’fı bu şartlar altında ilan edildi (1944). Bu genel af Müslümanlığı da içine alıyordu. Resmi izlemeler sona ermişti. Dahası var; Sovyet Hükümeti kendi gaye ve menfaati bakımından sadece 1928’den 1944’e kadar yürürlükte bulunan Sovyetler Birliği vatandaşlarına dini vecibelerini açıkça yapmayı yasaklayan din aleyhtarı kanun mevzuatının icrasına sessizce de olsa göz yummakla kalmamış, üstelik dinlerin ve dini inançların ‘’şefkatli bir hamisi’’ rolüne de girmiştir. 1936 Sovyet Anayasasının boş bir propaganda lafından ibaret kalan ‘’Anayasa, dini kültlerin serbestçe yapılmasını teminat altına alır’’ cümlesi artık bir kanun gibi ele alınmaya başlamıştır.
         Sovyet Hükümetinin mecburi olarak ve ancak taktik mülahazalarla kendi eski din aleyhtarı siyasetini esaslı surette gözden geçirme lüzumu duyduğunu, Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1948 baskısı şu resmi satırları açıkça ortaya koymaktadır;
         ‘’ Anayasa, dini kültlerin serbestçe yapılmasını garanti altına almıştır. Bu demektir ki, bütün dini inanç sahipleri, din cemiyetleri kurmak, dini ayin ve ibadetler için muntazaman toplanmak, çocukları ve büyükleri vaftiz etmek, nikah kıymak, ritual mucibince gerekli gıdayı almak, yahut belirli bir sürede bu gıdayı almaktan vaz geçmek (Müslümanlara oruç) haklarına sahip bulunmaktadırlar. Bunları yapanlar devlet memurları tarafından her hangi bir engelle karşılaşmak şöyle dursun, aksine gerektiği anda ibadet için lüzumlu binayı sağlamak, kurulmuş dini cemiyetlerin iktisadi meselelerini halletmek, yeni ibadet binalarının inşası veya mevcut olanların tamiri için gerekli inşaat malzemesini vermek gibi yardımlarda göreceklerdir.  Din cemiyetlerinin yeni din adamları kadrosu hazırlamak ihtiyaçlarını göz önüne alan devlet, özel din okulları kurmak işine engel olmak şöyle dursun, aksine bina vermek, dini risaleler ve kitaplar, dini takvim, periyotluk dergiler bastırmak için hükümet fonundan kağıt ayırmak ve matbaa vermek sureti ile yardımlarda da bulunmaktır. ‘’İslam’’ dininin icaplarından olan ‘’Hac’’ farizasını yerine getirmek işini dikkate alan Sovyet Hükümeti, Hac’a gidecek olanlara gereken kolaylıklar göstermektedir.’’
         Elbette ki 1944 yılına kadar böyle bir şey yoktu ve bu çeşit düşüncelerin Sovyetler Birliği’nde gün ışığına çıkması, hele resmi bir ansiklopedi de yer alması bir yana, Sovyetler Birliği Anayasasını bu şekilde tefsir de katmerli bir devrim aleyhtarlığı ilan edilecekti. Sovyet Hükümeti, savaştan hemen sonra bir gurup Müslüman öğrenciyi, devlet hesabına olmak üzere, Kahire’deki Müslüman Üniversitesi’ne(El-Ezher) göndermişti. Bu öğrenciler mezun olduktan sonra, Sovyetler Birliği’ne dönecek, Müslüman din müesseselerini yönetme işlerinde çalışacak ve hükümetin din meselelerinde müşavirliğini yapacaklardı.
         30 yıllık bir aradan sonra, ilk defa olmak üzere 1946’da ilk gurup hac seferine çıkmıştır. Gurup, Müftü Abdurrahman Resulov’un başkanlığında olup, Sovyet Hükümetine daha çok sadık Müslümanlardan seçilerek bir araya getirilmişti. Bu gurubun seyahati, Sovyetlerin Yakındoğudaki diplomasisi için oldukça büyük bir propaganda önemi taşıyordu. Başta Müftü Resulov olmak üzere Hac’a gidenler, Arap ülkelerinde nutuklarla, beyanlarla çıkışlarda bulunuyor ve Sovyet devletini Müslümanların yegane hamisi ve savunucusu olarak göstermeğe çalışıyorlardı. Bu gibi beyanlar, gerek Sovyet propagandasına, gerekse özellikle Suriye ve Mısır’daki Arap Komünistlerine büyük ölçüde hizmette bulunuyordu.
         Sovyet Hükümeti, Sovyetler Birliğindeki ortadan kaldırılmış ve yasak edilmiş din idarelerinin yeniden kurulmasına müsaade etmişti. Hudut esası göz önünde bulundurularak 4 din-bölge idaresi kurulmuştu.
  1. Merkezi Taşkent’te olmak üzere, Orta Asya ve Kazakistan (yani Sovyet Türkistan’ı) Müslüman Din İdaresi. İdare başkanı Müftü İmam Babahan  Abdülmecit Han Oran idi. 85 yaşında ve kıdemli İslam Alimlerinden olup sürgünden geri getirildi.
  2. Merkezi Ufa’da olup, Sovyetler Birliği Avrupa Bölümünün ve Sibirya’nın Müslüman Din İdaresi. Başkan Müftü Abdurrahman Resulov 65 yaşında tanınmış İslam Alimlerinden olup, dini faaliyetlerinden dolayı birkaç kez tutuklanmış ve sürgün edilmişti.
  3. Merkez. Buynak olmak üzere Kuzey Kafkasya Müslümanlarının Dini İdaresi. Başkan Müftü Kadı Gebekov, (68 yaşında olup 14 yıl hapishane ve sürgünlerde bulunmuş, 1944 de yapılan genel dini af neticesinde serbest bırakılmıştır).
  4. Merkezi Bakü’de olmak üzere, Maveray-i Kafkasya Müslümanlarının Dini İdaresi. Başkan Şeyh-ul-İslam Alizade Ahund Ağa (75 yaşlarında, tanınmış din adamlarından olup, dini faaliyeti yüzünden defalarca izlenmiş ve sürgün yerlerinde bulunmuştur).
         Şüphe yok ki, din işlerini idare eden bu müesseseler, komünistlerin sıkı kontrolleri altında bulundurularak bu din idarelerine tanınmış hakların en sonda Sovyet iç ve özellikle dış siyaseti faydasına işlemesine titizlikle dikkat edilmiştir. Müslüman din büyükleri, camilerdeki vaazlarına Sovyet Hükümeti ve Sovyet Vatanı’nı övmekle başlamalı ve vaazları değişmez ve her zaman tekrar edilen; ‘’Sovyet Hükümeti Allah tarafından verilmiş bir hükümettir, buna göre Sovyet Hükümetine karşı gelenler doğrudan doğruya Allah’a ve Peygamberi Muhammed’e karşı gelmiş olurlar’’ sözleriyle bitirmelidirler.
         Evet, Sovyet Hükümetinin ateist siyasetine karşı 30 yıl mücadele ederek her hangi bir tehdit önünde boyun eğmeyen, hapishane ve sürgün yerlerini boylamaktan çekinmeyen, kendi mukaddes görevlerini yerine getiren Sovyetler Birliği Müslüman Din adamlarının şimdi, Sovyet Hükümeti’nin hizmetini kabul ederek onlar için çalışmaları, belki de biraz tuhaf ve garip görünür ama, böyle düşünürsek pek de adilane olmayan sathi bir hükme varmış oluruz. Önemli olan cihet, Sovyet Hükümeti’nin dini tavizlerde bulunması keyfiyetidir. ( Bu tavizlerin samimi olmadığı ve bunun için de devam etmediği hususu da ayrı mesele). Bu tavizler, Sovyet Hükümeti tarafından Sovyetlerdeki bütün dinlere şu şartla verilmişti; Sovyet Hükümeti, din ve dine serbestçe hizmet hakkını tanıyacak, din yolunda çalışanlar da Sovyet Hükümetine sadık ve vefakar davranıp müminler arasında Sovyet Hükümetine karşı dostça bir siyasetin sağlanmasına çalışacaklardır.
         Elbette, kilise ve cami yöneticileri için Sovyet tavizlerini bu şartlarda kabul etmekten başka çıkar yol yoktu. Bu sebeple, Sovyetler Birliği ruhanilerinin prensipsiz ve şartsız olarak komünist Partisi hizmetine koştuğu hakkındaki umumi kanaat çok sathi ve yanlıştır.
         Sovyetler Birliği Komünist Partisi bir eliyle Müslüman dini için af ilan ederken, öteki eliyle de bir çok Müslüman halklarına karşı acımasızca baskı ve zulüm yapmaktan geri durmuyordu. Mesela, daha savaş yıllarında şu Müslüman Sovyet Cumhuriyet ve eyaletleri ortadan kaldırılarak halkları topyekün Sibirya ve Türkistan’a sürülmüştü. Kırım Muhtar Sovyet Cumhuriyeti, Çeçen-İnguş Muhtar Sovyet Cumhuriyeti, Karaçay ve Balkar Muhtar eyaletleri.
         Bu halklardan bir kısmının zorla sürgüne gönderilirken yok edildiği, sağ kalanlardan mühim bir kısmının da kitlevi salgın hastalıklardan (tifo, dizanteri vs.) toplama kamplarında can verdiklerini ve bir çoklarının da gurbet illerinde kürek cezası ile yaşamaktansa, anayurtta ölümü tercih ederk asi müfrezelerine katıldıklarını gözleriyle gören tanıkların ifadeleri elimizde bulunmaktadır.
         Ancak 9 Ocak 1957 de Sovyetler Birliği Yüksek Şurasının, Kırım Türkleri hariç, bu halkların itibarlarının iadesi hususundaki kararı ilan edilmiştir. Ne var ki, itibarları iade edilen halkların mühim bir kısmı bugüne kadar anayurtları Kafkasya’ya dönmüş değiller. Sürgüne gönderilmiş bu Kafkasya halkları 14 yıl toplama kamplarının sert rejim şartları altında yaşamışlardır.
         Şunu da kaydetmek gerekir ki, Sovyetler Birliğinin Müslüman halkları, din, ırk, gelenek, yaşayış tarzı ve hatta coğrafi şartlar dolayısıyla Sovyet açısından Moskova’daki Sovyet iktidarı için en güvenilmez bir unsurdur. Üstelik gene aynı şartlar gereğince bu halklar, Sovyet propaganda makinesiyle ‘’işlemeye’’de gelmiyorlardı. Müslümanlar, hatta Müslüman Komünistler arasında bile ‘’Komünistçe eğitim’’ nefretle karşılanan boş bir laftan ibaret kaldığı için Müslüman halklarının zihniyetlerini ve dini inançlarını değiştirecek veya ortadan kaldıracak kuvvetten yoksun bulunmaktadır. Sovyet Hükümetinin Müslüman halklarını ortadan kaldırmak yolundaki çabasının sebebini de bu noktada aramak gerekir.
         Sovyetler Birliği Müslümanlarının resmi din büyükleri her vesile ile Hrusçov’u ve hükümetini memnun bırakmaya çalışmaktadırlar. Bu da her halde hiç değilse bu vesile ile İslam dinini ve müminleri kurtarmak için baş vurulan bir tedbir olsa gerek. İşte, ben de Sovyetler Birliğindeki resmi Müslüman din yöneticilerinin Sovyetler Birliği dış propagandası içine alınmalarını bu yönden değerlendiriyorum.
         Böylece Sovyetler Birliğinde dinin genel affı belirli bir süreye kadar dinin açıkça bir varlık göstermesine imkan sağlamıştı. En azgın terör şartları altında bile, Müslümanlık kendisini yer yüzündeki en canlı ve yaşama kabiliyeti olan dinlerden biri olduğunu göstermekten geri kalmamıştır. Bu dinin verdiği sayısız kurbanlar, müminlerin ızdırap ve katlandıkları azaplar, hükümetin gaddarca terörü, komünist propagandasının yalan ve provokasyonları İslamiyet’in kutsiyet ve metanetini Müslümanların gözünde ancak büyütmeğe yaramıştır.
         Sovyet Hükümeti’nin savaş sonrası durumu sağlamlaşınca, Komünist Partisi ve Siyasi Polis, Sovyetler Birliği halklarını yeniden tam bir kontrol altına almıştı.
Ne var ki, çok geçmeden hükümet, halk üzerinden tam bir siyasi ve iktisadi kontrolün gerçekten kendisine ait olduğunu, yalnız ruhi kontrolün kendi elinde bulunmadığını anlamıştı.
         Sovyetler Birliğinde Müslümanlık, 10-15 yıllık kanuni varlığı süresince büyük manevi bir güç göstermiş ve Hrusçov’u ya Sovyetler Birliğinde bundan sonra dahi Müslümanlığın varlığına tahammül etmek ve bu suretle dış Müslüman ülkeleriyle iyi, dostça münasebetleri devam ettirmek ya da Sovyetler Birliğindeki Müslümanlara karşı yeniden baskı ve zulme başlamak sureti ile bu Doğu Müslüman ülkeleriyle iyi münasebetlerin bozulmasını göze almak gibi bir dilem karşısında bırakmıştı. Bunun da Kremlin için kolay bir dilem olacağı düşünülemez. Zira, Sovyetler Birliğindeki din büyükleri komünist rejimin açıkça tavizler vermiş ve memleket içinde Müslümanlığın nisbi bir hürriyete kavuşması karşılığı olmak üzere Sovyet Hükümetinin dış siyasetini mutlak olarak desteklemek yoluna girmişlerdi. Fakat, iş bununla kalmıyordu. Sovyetler Birliğinde Müslümanlık için çalışan din büyüklerine çok daha önemli ve müşahhas bir rol verilmişti; onlar, Sovyet Komünizminin dış Müslüman ülkelerindeki özellikle Arap memleketlerindeki yer altı faaliyeti için paravana görevini yapacaklardı. Sovyet Hükümeti dış siyasetinde Müslüman büyüklerine verdiği bu özel görev dolayısıyla, manevra yapmak ve Müslümanlığı ortadan kaldırmak için kendilerine daha elverişli yollar bulmak zorunda idi. Kremlin, bu yolları ararken, en sonunda geçici bir hal çaresi buldu. Sovyet Hükümeti Müslüman din adamlarından kendi dış siyasetinin bir aleti olarak faydalanmaya ve memleket içinde kanuni çalışma haklarını tanımaya devam etmekle beraber, Sovyetler Birliğindeki Müslümanlığa karşı yeni, teşkilatlanmış bir kampanya açtı. Bu kampanya, ölçüsünün genişliği yönünden savaştan önceki Stalin’in sıkı tedbirlerini andırıyor ve üç yol üzerinde yapılıyordu.
1.      İslam Dininin esaslarına karşı geniş çapta ideolojik ve ateistçe kampanya,
2.      İslam ayin ve geleneklerinin yapılmasını tahdide tabi kılmak,
3.      Mahalli imamlara, cami ve medreselere karşı idari ve maddi baskılar,
Müslümanlığa karşı yeniden başlayan ideolojik kampanya, gittikçe insafsızca hakaret ve küfürler, yalanlar, sahtekarlıklar yoluna girmeye başladı. Biz yazımızı komünist basınında bu konu etrafında çıkan yazılardan alınmış parçalar ve vakalarla doldurmak niyetinde olmadığımızdan, yalnız 1953’de basılmış Büyük Sovyet Ansiklopedisinin ikinci baskısında yer almış yetkili kanaati buraya almakla yeticeğiz. Bu yazıda deniliyor ki;
          Daima bir irtica rolü oynamış olan İslamiyet, istimrarcı sınıfların elinde emekçileri manen ezen bir alet olup, yabancı kolonizatörler tarafından Doğu halklarını esaret altına almak için kullanılmaktadır.
          Kur’an istismarcı sınıf ve mürteci Müslüman din adamları tarafından emekçi kitleleri ezmeye ve aldatmaya yarar bir alet gibi kullanılmaktadır.
          İslamiyet’in bir devlet dini olduğu ve dış Doğu ülkelerinde ( Türkiye, Arap Memleketleri, İran, Afganistan, Pakistan ve Endonezya) bu din, yerli mülteciler ve yabancı emperyalistler elinde bir alet olmakta devam etmektedir…
Sözü edilen Sovyet ansiklopedisi, okurlarına şu bilgiyi vermektedir. ‘’ Sovyetler Birliğinde Müslümanlık denen bir şey yoktur. Sadece bugün, yarın ortadan kalkacak İslam kalıntıları vardır’’. 1959 yılında basılmış Küçük Sovyet Ansiklopedisi de şöyle demektedir.
          ‘’ Sovyetler Birliğinde bir din olarak İslamiyet yoktur. Yalnız başlıca olarak Orta Asya Cumhuriyetlerinde, Kazakistan Sovyet Cumhuriyetinde, Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetinde, Tataristan ve Başkırdistan Sovyet Muhtar Cumhuriyetleri ve başka eyaletlerde bir miktar Müslüman yaşamaktadır.’’
          Kremlin, Arap liderlerinin Moskova ile iyi siyasi ve iktisadi münasebetler kurmayı arzu etmelerine rağmen, kendi yurtlarında komünizme tahammül etmediklerini anladıktan sonra, Sovyetler Birliğindeki Müslümanlar üzerindeki baskıyı daha da şiddetlendirme yoluna girmiştir. Bütün yerli basın, radyo, televizyon ve tiyatrolar ‘’İslamiyet’in zararlı kalıntıları’’ ile mücadele için seferber hale getirilmişlerdir.
          Bu muazzam propaganda makinesi tehdit eder bir şekilde, Müslümanların dini bayramlardan, sünnet yapmaktan vaz geçmelerini ve domuz eti yemelerini talep etmektedir.
          Sovyet gazeteleri, satılmış bazı kimselerin ‘’Sabık İmam’’ diye imzaladıkları mektuplar da uydurmakta ve yayımlamaktadırlar. İşte; ‘’ Neden ben Müslümanlıktan vaz geçtim?’’ başlıklı bir mektup. Mektubun  yazarı daha doğrusu bunu uyduran gazete, dünyada her hangi bir mendi gazetenin, hatta İslamiyet düşmanı bir gazetenin bile basamayacağı şeyler basmaktadır. Gazete dünyanın büyük dinlerinden İslamiyet’in peygamberi için şöyle demektedir. ‘’ Kendi şahsi şöhreti ve köle sahiplerinin çıkarları için yeni bir din (İslam) yaratan kurnaz bir dolandırıcıdır.’’ ‘’ Kur’an ve şeriat köleliği, hususi mülkiyeti, sosyal adaletsizliği ve saldırgan savaşları savunan eserlerdir.’’
          Ne var ki, bütün baskılara, Müslüman din adamlarına doğrudan doğruya yöneltilen şiddet hareketlerine ve Sovyet Hükümetinin ilan ettiği ‘’din genel affını’’ fiilen ortadan kaldırmasına rağmen, İslamiyet yer altına dönerek varlığını kuvvetle muhafaza etmektedir.
          Bolşevikler, dış ülkeler karşısında, Sovyetler Birliğinde ileri gelen resmi din büyüklerinin uydurulmuş beyanlarıyla İslamiyet’i takip hareketlerini örtbas etmeğe çalışmaktadırlar. Bu din adamları, Sovyet Dış ve İç Bakanlıkları tarafından ve Sovyetler Birliğinde İslam Dininin tam bir hürriyetten faydalanmakta olduğunu bildiren propaganda belgelerini imzalamaya zorlanmaktadırlar. Bundan başka dış ülkelerden Müslüman heyetleri davet edilerek onlara Sovyetlerin ; ‘’din’’ siyasetleri, hatta Sovyetler Birliğinde İslam dininin komünistlerce himaye edildiği sahneleri de gösterilmektedir. Mesela, 1957’de  Sovyet Hükümeti, Pakistan Müslüman liderlerinden bir gurubu Sovyetler Birliğini ve Türkistan Sovyet Müslüman Cumhuriyetlerini ziyaret etmeye davet etmişti. Davetin gayesi açıktı; misafirlere güya Sovyetler Birliğinde İslam Dininin faydalandığı; ‘’büyük hürriyetler’’ teşhir edilecekti. Pakistan heyeti iyi karşılanmış ve kendilerine, ‘’devlet imamları’’ ve devlet, ‘’İslam müesseseleri’’ gösterilmişti. Acaba, misafirler neler görmüş, yurtlarına döndükten sonra gördüklerini nasıl ve ne şekilde anlatmışlardır?
          Pakistan heyetinin başkan yardımcısı Mevlana Ragıp İhsan, bu konuda Pakistan Milletlerarası Münasebetler Enstitüsünde yaptığı özel konuşmada şu beyanda bulunmuştur;
1.      Sovyetler Birliğinde İslam Dininin esaslarını öğreten bir tane bile ilk okul yoktur.
2.      Sovyet Müslümanlarına her hangi bir din kitabı yayınlamaları, Müslüman halklarının tarih, kültür ve geleneklerinden bahseden eserler bastırmaları yasak edilmiştir.
3.      Sovyetler Birliğinde bir tane olsun hür cami ve hür dini müessese yoktur.
4.      Sovyet Müslümanları, din öğrenimi yapmak ve camilerin faaliyeti ve gereken masrafları kapamak için kendi camilerinden her hangi bir gelir sağlayamazlar.
5.      Sovyetler Birliğinde yetiştirilmiş din öğretmenleri yoktur.
İşte, Sovyet diplomatik temsilcilerinin ve onların Asya ve Müslüman Doğudaki komünist ajanlarının göklere çıkardıkları Sovyetler Birliğinde büyük dini hürriyetlerin gerçek durumu.
                     DOĞU TÜRKİSTAN’DA SOVYET YAYILMASI

         Eylül 1963 yılında Kızıl Çin basın ajansı ‘’Sinhua’’, Jenminjiboa gazetesi ve Kızıl Bayrak dergisi yazı kurulları tarafından yazılmış bir makale yayınlandı. Bu makalede şöyle denilmektedir.
         ‘’1962’nin nisan ve mayıs aylarında Sovyetler Birliği Komünist Partisi önderleri, kendi idari müesseseleri ve Sinkiang’daki (Doğu Türkistan) ajansları vasıtasıyla İli bölgesinde baltalayıcı faaliyetlerle meşgul olmuş ve on binlerce Çin vatandaşını, baskı yaparak Sovyetler Birliği topraklarına göç etmeye zorlamışlardır. Çin hükümeti, bu göç hareketini defalarca protesto etmiş ise de, Sovyet hükümeti, ‘’Sovyet kanunilik ruhu’’ ve ‘’Sovyet ümanizmi’’ ile bağdaşamayacağı gerekçesiyle bu Çin vatandaşlarını geri çevirmeyi red etmiştir. Aradaki ihtilaf, bugüne kadar halledilmemiş ve bir şekle bağlanmamıştır. Sovyetler Birliği Komünist Partisinin bu inanılmaz tutumunun, sosyalist devletler arasındaki karşılıklı münasebet tarihinde başka bir örneğine rastlanamaz.’’
         Bu çeşit yazılardan sonra geniş dünya kamuoyu, bir taraftan Sovyet Komünist Partisi ve Sovyet devlet organları, öte yandan da Çin Komünist Partisi ve Çin devlet organları tarafından Doğu Türkistan’da yürütülen şiddetli mücadele hakkında Çin Kaynaklarından bilgi edinmek imkanını elde etmiştir. Hong Kong, Hindistan ve Taipeh siyasi çevreleri bu hususta çok daha önceleri bilgi edinmişlerdi ama, Doğu Türkistan kızıl Çin’in en uzak bölgelerinden biri olduğu ve bu bölgedeki durum hakkındaki bilgilerin kaynağını Çin komünistlerinin yukarıda sözü edilen beyanlarına kadar, ancak Doğu Türkistan mültecilerinin ifadeleri teşkil ettiği için, bu bilgileri şüphe ile karşılamak ihtimali yok değildi. Doğu Türkistan’daki bütün Sovyet konsolosluklarının kapatılmış olması, en mühimi, yukarıya aldığımız satırların Jenminjibao ve Kızıl Bayrak organlarında yayınlanması olayı, Doğu Türkistan mültecilerinin durum hakkındaki ifadelerini doğrulamaya yaramıştır. Bundan başka, Doğu Türkistan basını da, yani mültecilerin gizli olarak hür dünyaya çıkarmaya muvaffak oldukları Doğu Türkistan eyalet komünist gazeteleri de bu bölgede her şeyin yerinde olmadığını ortaya koymaktadır. Nihayet, Sovyet basını da son zamanlarda gerek Doğu Türkistan’daki olaylara, gerekse Çin-Sovyet ihtilafının genel durumuna oldukça geniş bir yer ayırmaya başlamışlardır.
         Dikkati çeker bir noktadır ki, Sovyetler Birliği, Çin komünistlerinin yukarıda işaret edilen suçlamalarına bugüne kadar resmi bir cevap vermiş değildir. Sovyet basını bu bahsi sükutla karşılamakla beraber, Sovyet Kazakistan’ı topraklarına geçen ve orada ikametlerine müsaade edilen Doğu Türkistanlıların söylediklerine genişçe bir yer ayırmaktadır.
         Mülteciler verdikleri bütün ifadelerde Kızıl Çindeki milli azınlıkların durumunu çok kötü olarak vasıflandırmışlardır. Mesela, 20 Eylül 1963’de, yani yukarıda sözü edilen yazının Çin basınında yayınlanmasından aşağı 2 hafta sonra, Moskova’da çıkan Komsomolskaya Pravda gazetesi birincisi öğretmen, ikinci köylü, üçüncüsü yazar ve dördüncüsü de memur olmak üzere 4 Doğu Türkistanlının ifadelerini yayınlamıştır. İfadelerine göre, gazete sütunlarında yer verilenlerin hepsi bir ağızdan Kızıl Çin hükümetini, Doğu Türkistan Türklerini baskı altında bulundurmakla suçlandırmış ve en mühimi, halkı soyan ve onu ancak ölmeyecek kadar bir yaşama şartları altında geçinmeye zorlayan halk komünü sistemine saldırmışlardır. İfade veren köylü, köylülerin, kaşık, kova ve hatta taslarının bile ellerinden alındığını, bu halk komünlerinde bir toplama kampı hayatı yaşadıklarını dile getirmiştir. İfade veren 4 kişi hep birden Pekin Hükümetini, ve Çin Komünist Partisinin Sovyet aleyhtarı siyasetine de saldırmış ve Doğu Türkistan yerli Türklerinin asıl bu siyaset yüzünden ızdırap çektiklerini söylemişlerdir.  İfade veren öğretmen, ayrıca Doğu Türkistan’daki Sovyet vatandaşlarının Parya’lar durumunda olduklarını, her hangi bir hakka olmayıp bu eyaletin sosyal ve siyasi hayatına katılmak imkanından yoksun bırakıldıklarını da sözlerine eklemişlerdir.
         Bundan iki gün sonra, sözüm ona Kazakistan Sovyet Cumhuriyetinin Komünist Partisi merkez Komitesi ve Bakanlar Kurulunun organı olan Kazakıstanıskaya Pravda gazetesi de bu konuyu ele almıştır.  Şöyle ki, Sovyet topraklarına geçerek şimdiki halde Kazakistandaki Sovyet Kolhozlarında yaşamakta olan Doğu Türkistanlı bir Uygur’un bir mektubu gazetede yer almıştır. Bu Uygur Türk, yukarıda bahsi geçen 4 kişinin ifadelerindeki söz konusu noktaları kaydettikten sonra Çin Hükümetinin sistematik olarak Doğu Türkistan Türk halkını izlemekte olduğunu ve yüzlerce Uygur Türkünü sert rejimli toplama kampından sözüm ona ‘’iş, ıslah kamplarına’’ sürmekte olduğunu yazmıştır. Mektup sahibi, aynı suretle Çin Hükümeti’nin Doğu Türkistan’da Sovyet aleyhtarı propaganda yapmakla meşgul olduğunu ve Türklerin Sovyet Kazakistan’ında izlendiği hakkında yalan şaiyalar yaymaktan çekinmediklerini söylemektedir.
         Bir hafta sonra aynı gazete sahifelerinde Kızıl Çin’in ‘’ Halk Kurtuluş Ordusu’’ na mensup olmuş sabık bir generalin sözleri yer almıştır. General, özellikle Pekin hükümetinin doğru olmayan ekonomi siyasetine karşı çıkmaktadır. Generalin söylediklerine bakılırsa, bir sabun köpüğü gibi patlamış halk komünleri, Çin halklarına keder ve ihtiyaçtan başka bir şey getirmemiştir. Generalin anlattığına göre, ‘’Halk Kurtuluş Ordusu’’nun yerli komutanlarına, Pekin’den, Doğu Türkistan’da idareleri altında bulunan komünlerin ‘’gelişip açılması’’ yolunda başarısızlığa uğradıkları takdirde cezalandırılacakları bildirilmiştir. Bunlardan çoğu yerli Türk halkının mukavemetini kırmak işinde bir başarı gösteremediklerinden hayata veda etmek zorunda kalmıştır. Sabık general, daha sonra Mayıs 1962’de  İli Muhtar bölgesinde yerli Türk halkının kitle halinde ayaklandığını bildirmektedir. Generalin anlattığına göre, bu bölgede oturan 40 kişi Çin Komünist Partisi makamlarına müracaatla kendilerine Sovyetler Birliğinde yerleşme izni  verilmesini istemişlerdir. Bu istekleri red edilince toplanan 300 kişi kadar kalabalık red kararını protesto emek için Çin Komünist Partisine doğru yürüyüşe geçmişlerdir. Ancak makineli tüfek ateşleriyle karşılaşmışlar, sokak aralarında kadın, çocuk ve yaşlılarında aralarında bulunduğu onlarca kişinin cesedi görülmüştür. General sözlerine şu sözlerle son vermektedir. ‘’Acaba her hangi bir başka sebep yüzünden bu çeşit kanlı olayın tekrar olmayacağını kim garanti edebilir?’’
         Hiç şüphesiz bütün bu haberler ve tanıkların ifadeleri, Sovyet Hükümetinin Çin suçlamalarına dolayısıyla verilen cevaptan başka bir şey değildir. Sovyetler böylece, insanları Sovyetler Birliği topraklarına kaçırarak  buralarda yerleşmeye zorlamak için her hangi bir ihtiyaç ve lüzum duymadıklarını söylemek istemiş olacaklardır. Oysaki, aksine ‘’Reuter’’ ajansı muhabirinin defalarca Moskova’dan bildirdiğine bakılırsa, yüksek makamlarda oturan Sovyet adamları, Doğu Türkistan bölgesindeki Sovyet-Çin sınırındaki durumun Sovyet Hükümeti için nahoş olaylar ve zorluklar doğurmakta olduğundan daima şikayette bulunmaktadırlar. Doğu Türkistan Türklerinin kitle halindeki kaçışları ve arkasınca Çin Hükümetinin kaçanların iadesi hususundaki talepleri, Sovyet Türkistan’ındaki idari makamlar için, Doğu Türkistan’da Çin Hükümetiyle ihtilaf haline gelmeyi zaruri kılmakta ve çatışmayı kaçınılmaz bir hale sokmaktadır.
         Şunu da kaydetmek gerekir ki, Doğu Türkistan’dan kaçarak hür dünya ülkelerine sığınmış bulunan mültecilerin ifadeleri de bu mesele etrafındaki Sovyet görüşüne tamamı ile uygundur. Gerçekten, sınırın Sovyet kısmındaki Türkistan Türklerinin durumu, Çin sınırındakilerin durumu ile asla kıyas kabul etmeyecek bir fark göstermektedir. Mesela, Sovyet Kazakistan’ındaki Uygur Türkleriyle Kazak Türklerinin hayat seviyeleri, Kızıl Çin’de yaşayan soydaşlarının hayat seviyelerinden biraz daha yüksektir. Durum böyle olunca, sınırı geçip de, Sovyet topraklarında yerleşmek heves ve cazibesini tabii bir olay gibi kabul etmek gerekir. Bu bakımdan, Doğu Türkistanlıların Sovyet sınırını geçerek buralarda yerleşmeleri için Sovyet Hükümetinin özel bir baskı yapmaya lüzum duymasına hiç te bir ihtiyaç olmasa gerek.
         Kaçanların Sovyet hükümetince Çin’e iade edilmemeleri ve kendilerine Sovyet Türkistan’ında siyasi sığınma hakkı verildiği meselesi, Sovyet-Çin sınırının bu bölümünde Sovyet-Çin münasebetlerinin ne derece gergin olduğunu açıkça göstermektedir. Bütün mülteciler, Hongkong’da, Hindistan’da yahut Formoza’da olsun şu noktada birleşmektedirler; Doğu Türkistan’dan kaçanlar, Sovyet Türkistan’ında sadece bir siyasi sığınma hakkı almakla kalmıyor, üstelik bir takım imtiyazlardan da faydalanıyorlar ki, bu da onları bir kaide olmak üzere hayat seviyesi yönünden Sovyet, yani Batı Türkistan yerli Türk halkının hayat seviyesinin üzerine çıkarmaktadır.
         Böylece görülüyor ki, Sovyet Hükümeti’nin bu davranış tarzı arkasında tamamı ile belirli bir siyasi propaganda emelleri saklı bulunmaktadır. Moskova’nın emri üzerine, Kazakistan’daki idari organlar Doğu Türkistan’da Çin Hükümetinin durumunu zorlaştırmak ve Doğu Türkistan’ın en fazla Sovyet Kazakistan’ının doğrudan doğruya hem hudut olduğu İli bölgesi Türk halkının sempatisini kazanmak yolunda her türlü tedbire baş vurmaktadırlar. Elde mevcut bazı bilgiler, Sovyet idari makamlarının sadece sözü edilen tedbirlere başvurmakla kalmadıklarını, Çin Komünistlerine ve idari makamlarına karşı daha saldırgan bir metotla mücadele ettiklerini göstermektedirler.
         1962 yılı, Doğu Türkistan için gerek Çin Komünist partisine, gerekse genel olarak Çin milli devlet üstünlük fikrine karşı yapılan bir çok isyan ve kargaşalık yılı olmuştur. Doğu Türkistan’da Çin Komünist basını tetkik edilince, şu gerçeği tespit etmek mümkündür ki, esas isyan ve kargaşalıklar, özellikle Muhtar İli bölgesinin başkenti olan İnin şehri etrafında ve İnin’den takriben 220 mil uzakta bulunan Taçen şehrinde kendini göstermiştir. Dikkati çeker bir noktadır ki, her iki şehir, Sovyet sınır boyundan pek te uzak değildir. Bu sebeple, Türk halkı, kendi durumunu sınırın Sovyet tarafında bulunan soydaşlarının durumu ile kıyaslamak için geniş imkanlara sahiptir. İşte, bu da sonda, ayaklananların kendi topraklarında da Sovyet Türkistan’ındaki düzenin ve hayat seviyesinin sağlanmasını aralıksız olarak talep etmelerine yol açmıştır. Asiller, aynı zamanda hayat seviyelerinin daha da kötüye doğru düşüşünü önlemek amacı ile yerli yiyecek maddelerinin Çin içerilerine kadar götürülmesini de protesto etmişlerdir.
         Temmuz 1962 yılında gerginlik, Çin Komünistlerinin sözüm ona ‘’Halk-Kurtuluş Ordusu’’ müfrezeleriyle, Kırgız Türklerince desteklenen Türk-Kazak ve Uygur isyancıları arasında  vukubulan bir sıra çarpışmalarla son haddini bulmuştu.
         Kaçanların ifadelerine göre, Çin Komünist Partisine mensup bazı Uygur Türkleri, İnin şehrinin merkez meydanında toplanmış, halk kalabalığını yatıştırmaya çalışırken, halk tarafından dövülmüş ve kalabalık Sovyet konsolosluk binasına doğru yürüyerek Sovyetlerden silah ve Çin Komünist kadrolarıyla işbirliği yapan Doğu Türkistanlı alet ve kuklalarla mücadelelerini devam ettirmek için manevi destek talebinde bulunmuşlardır. Ama bu istekleri red edilmiştir. Zira Sovyet Hükümeti, Doğu Türkistan’da elbette bu şekilde açık bir çalışma yoluna girmiş değildir. Kargaşalıklar bununla bitmemiş, halk kalabalığı, bir çok zahire ambarını yağma ederek şehirde bulunan 3 petrol deposunu da ateşe vermişlerdir. Bundan sonra binlerce kişi Sovyet sınırını geçmiş ve Sovyetlerden kendilerine siyasi sığınma hakkı verilme isteğinde bulunmuşlardır.
         Bu arada kargaşalık haberleri, İnin ve Urimçi şehirleri arasındaki yolun takriben ortasında bulunan Tuşancu petrol bölgesine de ulaşmış olduğundan, Çin parti kadroları burada çalışan Türk işçilerine ‘’İnkılap aleyhtarları’’nı dinlememelerini ve işe devam etmelerini söylemişlerdir. Ama bu sözleri tesirsiz kalmış ve sadece işçiler değil, parti kadrosuna dahil bir çok Türkler de işi bırakarak Sovyet sınırına doğru yönelmişlerdir. İşçilerin işi bırakarak çekilmeleri Tuşancu petrol bölgesindeki istihsale indirilmiş büyük bir darbe olmuştur.  Zira, bu yüzden buralarda çalışan 15 bin işçi sayısı 10 bine inmiş ve neticede istihsal planı % 23 0ranında yerine getirilmeden kalmıştır.
         Kargaşalıklar ve silahlı çarpışmalar 1962 nin eylül ayına kadar devam etmiş ve sonunda Çin Hükümeti taviz vermek zorunda kalmıştır. Şöyle ki işçi ve köylülere verilen yiyecek miktarı çoğaltılmış, halk komünlerindeki kışla rejimi gevşetilmiş ve Müslümanları din yönünden takip işi asgariye indirilmiştir. Bununla beraber Pekin Hükümeti, buna benzer ayaklanmaların bir daha tekrarlanmasını önlemek amacı ile bir takım tedbirler almayı ihmal etmemiştir.
         Mültecilerin ifadelerine göre, Doğu Türkistan’a yeniden ‘’Halk-Kurtuluş Ordusu’’ndan 4 tümen daha getirilmiş ve Sovyetler Birliği ile olan sınır hattının sıkıca kapatılması için bazı tedbirlere baş vurulmuştur. Ne var ki bu hür dünyanın Güney Vietnam ve Laos’ta karşılaştığı aynı meselelerle karşılaşmaktadırlar. Hür dünya ülkelerine sığınmış bütün mültecilerin ifadelerine göre, Doğu Türkistan topraklarında 1958’den beri aşağı yukarı 60 bin partizan hareket halindedir. Bunlardan 35 bini silahlı olup, Sovyetler Birliğinde gerilla savaşı talimi görmüşlerdir. Bu toprakların oldukça iptidai bir şekilde oluşu, yolların yokluğu, aynı zamanda yerli Türk halkının partizanlara karşı beslediği sempati, Çin Komünistlerinin bu partizanlarla mücadelesini hemen hemen imkansız bir hale getirmiştir. Asya ülkeleri şartları altında komünist partizanlarıyla hür dünya orduları arasında yürütülen mücadele tecrübesinin gösterdiği üzere, partizan kuvvetlerinin tam imhası, ancak partizanlara karşı mücadele eden muntazam ordunun sayıca çok üstün bir durumda olması ile mümkündür. Hür dünya uzmanlarının hesapladıklarına göre, bu üstünlük asgari olarak 1-10 oranında olmalıdır. Yani, bir partizana karşı 10 muntazam ordu askeri çıkartılmalıdır. Çin komünistleri, Doğu Türkistan’da bugüne kadar böyle bir üstünlük elde edememişlerdir. Çok ihtimal, ileride de edemeyeceklerdir.
         Aynı mültecilerin anlattıklarına göre, Doğu Türkistan’da bugün birkaç bin Sovyet propagandacısı ve sabotajcısı çalışmaktadır. Bunlar, ortalığı karıştırmak ve Doğu Türkistan Türklerini Kızıl Çin hükümetine karşı ayaklandırmak gibi işlerle meşgul bulunmaktadırlar. Doğu Türkistan, Sovyet menşeli beyannamelerle dolup taşmaktadır. Bu beyannamelerin sınırdan nasıl geçirildiğini takip etmenin imkanı yoktur. Sovyetlere göre, bütün bu beyannameler Doğu Türkistan’da basılmakta ve bunu yerli Türk isyancıları yapmaktadır. Mültecilerin, Urimçi’de dolaşan rivayetlere dayanarak söylediklerine göre, Sovyet Kazakistan’ında Doğu Türkistanlılar için okul açılmıştır. Bu okulda yer altı çalışmaları için kadrolar ve gerillalar yetiştirilmektedir.  Bu özel okulları bitirenler gizlice Doğu Türkistan topraklarına geçirilmektedirler. Anayurtlarına dönmüş olanlar yerli mukavemet hücrelerinin liderliğini yapmakta veya partizan müfrezelerin başına geçmektedirler.
         Kısacası, bütün emareler, Doğu Türkistan’da Sovyetler Birliği ile Kızıl Çin arasında yürütülen mücadelenin kesin bir safhaya girmeye başladığını göstermektedir. Şu da dikkati çeker bir noktadır ki, bu mücadelede saldırgan tarafta, Kızıl Çin değil de Sovyetler Birliği yer almaktadır. Bununda hiç şüphesiz objektif sebepleri vardır. Elbette, Sovyet Türkistan’ındaki Türklerin durumu ve son yıllardan beri de hayat seviyeleri ideal olmaktan çok uzaktır. Ne var ki, Çin hükümetinin daha 1960 da halk komünlerinin kurulduğu ve sade kolektivize yapılmakla kalınmayarak, tabir caizse, kışla rejimi altında yaşamak zorunda bırakılan Doğu Türkistan’da yarattığı durumla kıyaslanacak olursa, şüphesiz Sovyet Türkistan’ındaki Türk nüfusun durumu, Çin topraklarında yaşayan Türkistan Türklerinden daha iyidir.
         Doğu Türkistan’daki Türk halkının ruh haleti tetkik edilince, şöyle bir sonuca varmak mümkündür. 1958-1960 yılları arasında kendini gösteren ve Çin komünistlerine karşı yapılan bir çok isyanların hedef ve amacı, gerek Kızıl Çin’e ve gerekse Sovyetler Birliği’ne bağlı olmayan bağımsız bir Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulması olmuştur. Ama isyanları yönetenler galiba bu planın gerçekleşmesinin, hiç değilse bugünkü mücadele şartları altında pek te kolay olmayacağı kanaatine varmışlardır. İşte, bu yüzden olacak ki, yukarıda sözü edilen yöneticiler ya Sovyetler Birliği’ni Kızıl Çin aleyhine kışkırtmaya, yahut da aynı Doğu Türkistan Cumhuriyeti planını hiç değilse, ilk önce Sovyet himayesi altında gerçekleştirmeğe muvaffak olma anlamında olmak üzere geçici olarak kendi taktiklerini değiştirme kararına varmışlardır. Her iki halde de Çin komünistlerinin durumu, pek de parlak değildir. Zira onlar Kızıl Çin’in oldukça fakir bir durumda olması sebebiyle (bu fakirlik yanında Sovyetlerdeki yoksulluk zenginlik sayılır) Doğu Türkistan Türklerine Sovyet Türkistan’ı Türklerinin hayat seviyelerini vermek imkanını asla bulamayacaklardır. Öte yandan onlar, Doğu Türkistan’daki bütün kargaşalık ve ayaklanmaları yeni baskı ve zulümlerle tenkil edemezler, çünkü bu gibi tedbirler ister istemez Sovyetler Birliği’nin şansını artıracak ve ona Doğu Türkistan için hazırladığı saldırış planlarını başarı ile gerçekleştirme imkanı vermiş olacaktır.
         Yukarıda bahis konusu ettiğimiz Doğu Türkistan’daki saldırış ve propaganda kampanyasına karşı Çin komünistleri ilk önce Doğu Türkistan Türk halkı üzerinde baskılara cevap vermekte, daha sonra da gerek genel olarak Çin’de, özellikle de Doğu Türkistan’daki milli azınlıkların ‘’mutlu hayat’’larını canlandırmaya çalışan kendi propaganda makinelerini çalıştırmaktadırlar.
         Bu yazımızın ilk satırlarında verdiğimiz Jenminjibao ve Kızıl Bayrak’ın yazdıkları yanında Çin Komünist basınında, Çin’deki milli azınlıkların ‘’mutlu hayat’’ları konusunda basılmış yazı ve beyanlardan ibaret büyük bir kampanyada yer almıştır. Hiç şüphe yok ki, bu iki teşebbüs, Kızıl Çin merkez hükümeti tarafından planlaştırılmış ve gerçekleştirilmiştir. Mesela, 7 Eylül 1963’de ‘’Sinhua’’ ajansı, Pekindeki milli azınlıkların hayatını anlatan uzun bir makale yayınlamıştır. Bu makalede şehir idaresinin milli azınlıklara mensup yerli kolonilerin hayat seviyelerini yükseltmek ve kültür alanındaki muhtariyetlerinin gerçekleştirilmesi işine yardım etmek yolunda gayret sarfetmekte olduğundan söz edilmektedir.
         6 Eylül 1963 tarihli Jenminjibao gazetesi, Doğu Türkistan’a ayrılmış özel bir yazı yayınlamıştır. Bu yazıda bilhassa komünistler iktidara geldikten sonra Doğu Türkistan’da yapılan demir ve şose yolları inşaatları söz konusu edilmektedir. Ama, ne var ki, son yıllarda Doğu Türkistan’da yapılan demiryolları ve şose yollarından çoğu yerli Türk halkının ekonomik ihtiyaçlarına göre değil, Çin komünist militarizminin askeri ihtiyaçları düşünülerek yapılmıştır. Aynı gazetenin 12 Eylül 1963 tarihli sayısında yer almış başka bir yazıda Çin Halk komünleri övülmekte ve bunların, bütün arzularının yerine geleceğini gören yerli halkın kendi içinden gelen bir teşebbüsüyle kurulduğundan bahsetmektedir. Bütün bu beyan ve mütalaalar Pekin’in planına göre, Doğu Türkistan’da Sovyetlerin gerçekten adamları kaçırdıkları ve yerli Türk halkının kendi rızasıyla Sovyet Türkistan’ına göç ettiklerinin söz konusu bile olamayacağı hususunu doğrulamaya yaracaktır.
         Sovyetler Birliği’nin yakın bir gelecekte Doğu Türkistan için açık bir askeri saldırışa hazırlandığını ve buraya açıkça sokulmak isteğinde olduğunu tahmin etmek zordur. Ama, ne var ki, o, böyle bir sokulma için zemin hazırlatma olup, müsait bir durumda fırsat bulunca bu emelini gerçekleştirmeyi denemekten de çekinmeyecektir. Burada başka bir hususu da kaydetmek gerekir. Kızıl Çin için Doğu Türkistan’ın önemi, sadece ‘’Ana Çin toprağı oluşu’’ zengin petrol, uranyum ve başka maden yataklarının buralarda bulunuşu yönünden değil, belki, Çin’i Tibet’e ve Hindistan’a bağlayan bütün stratejik yolların da buradan geçişidir. Uzakdoğu meseleleriyle ilgilenen bir çok müşahitlerin fikrine göre, Çinlilerin 1962’nin sonbaharında Himalayalardaki saldırışları, Doğu Türkistan ardında kendini gösteren ve ‘’Halk-Kurtuluş Ordusu’’nun askeri nakliyatını tehdit eden kargaşalıklar sebebi ile tıkanmış ve gereği gibi sonuçlanmamıştır.
         Çok ihtimal, burada da Hindistan sınırındaki Çin ‘’macerasını’’ sertçe tenkit eden Sovyetler Birliği, kargaşalıkların çıkmasına yardım etmiş ve böylelikle de Pekin’i Moskova’nın hiç te arzu etmediği bir siyasetten vazgeçirmeye zorlamıştır. Doğu Türkistan’daki Sovyet faaliyetlerini iki yönden özetlemek gerekir.
         Müsait bir durum olunca Sovyetler Birliği’ne iltihak etmek için zemin hazırlamak.
         Sovyetlerin kargaşalıklar düzenlemek yoluyla Pekin rejiminin dış siyaset planlarını, bilhassa Çin’in, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin kendi nüfuz sahası saydığı eyaletlere doğru açılmaya ve bu hareketleri geliştirmeye başladığı bir sırada altüst etmek için elindeki imkanları kullanmak.
         Doğu Türkistan’daki olaylar, gerek ihtilaflı toprak meseleleri, gerekse bağımsız bir komşunun iç işlerine karışmak ve nihayet nüfuz sahası alanında mücadele gibi hareketlerin komünist devletler arasında da uygulanıp gerçekleştirildiğini inandırıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
         Doğu Türkistan’daki olayların gelişimi, hür dünya tarafından ciddi ve dikkatli bir şekilde izlenmeye değer bir konudur. Zira, böylece hiç değilse Doğu Türkistan’daki gerginliğin artması veya gevşemesi esasına göre, Sovyet-Çin münasebetlerinin genel durumu hakkında bir fikir edinme imkanı elde edilmiş olur.
                                        YAKUT TÜRKLERİ
                                     ADAM GİBİ ADAMLAR

         Batıda Ege denizinden, Doğuda hemen hemen Büyük Okyanusa kadar uzayan sahalara yayılmış bulunan ve dünya ölçüsünde büyük önemi haiz olan Türk halkları kompleksinde kendilerini ‘’saha’’ diye adlandıran Yakut Türkleri, Avrupa’nın çok uzaklarında bulunan Sibirya’nın kuzey-doğusunda Yakutistan Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinde yaşamaktadırlar. Yakutların bir kısmı küçük guruplar halinde Krasnoyar ve Habarovsk ülkesinin kuzeyinde, Rusya Federasyonun Sahalin, Magadan ve Amur eyaletlerinde yerleşmişlerdir. 1959 yılı Yakutistanında 226 bin Yakut yaşamaktadır ki buda bütün cumhuriyet nüfusunun  (579.000 kişi)  yarısından bir parça azını teşkil eder. Muazzam bir sahayı işgal eden Yakutistan yüz ölçümü 3.103.200 kilometre karedir. Yani Fransa’dan 6 defa büyüktür. Yakutistan’ın yarısı kuzey kutup dairesinin kuzeyinde bulunmaktadır. Kuzey Buz Denizinde bulunan Novosibirsk adalar gurubu da Yakutistan’a aittir.
         Yakut dili, Türk dilleri ailesine, daha doğrusu Uygur guruplarına dahil Yakut tali gurubu olmak üzere bu dillerin doğu-yakut, doğu-hun koluna mensuptur. Yakut dili, 13-14. yüzyıllarda güneyden gelen Türk göçmenlerinin yerli Tunguz ve Paleoazi kabilelerinin diliyle karışması neticesinde vücuda gelmiştir. Yakut tarihinin en eski devirlerini araştırmış olan arkeolog A.P.Pokladnikov’un varmış olduğu sonuca göre, Yakutların ataları, kendi izlerini Selanga nehrinin aşağı kısmında, Tunki ülkesinde, Angara nehri vadisinde, Lena nehrinin yukarı kısmında Baykal gölü bölgesinde bırakmış olan demir devrinin ‘’Kurumçi’’ denilen kültürü temsil etmektedirler. Devrimizin ilk bin yılında Yakutların ataları Çinlilerce ‘’Gulugan’’, Moğol ve Türklerce de ‘’Kurukan’’ diye anılmışlardır. 13-14.yüzyılda Kurukanlar, dil ve kültür bakımından bir çok müşterek tarafları bulunan Yeniseydeki Kırgız Türklerinin doğusunda yaşamışlardır. Müslüman kaynakları bunları ‘’kuru’’ yahut ‘’furu’’ halkı diye anlatmaktadırlar. 13-14. yüzyıllara ait Çin kaynaklarında dahi bu ‘’kuru’’lardan bahsedilmektedir. 5000 süvari çıkaran ve diğer memleketlerle elçi mübadelesinde bulunan Yakut kabileleri bağımsız ve kudretli idiler. ‘’Kurukan’’ elçileri, Orhon hanlıkları silsilesinin atası olan Bumin-Hakan’ın 552 Yahut 553 yılında vukubulan defin merasimine katılmışlardır. ‘’Kurukan’’lar, Uygurlar ve Oğuzlarla Orhon Türkleri arasında çıkan savaşlarda birincilerin taraflarını tutuyorlardı. ‘’Kurukan’’ların 629-630, 647 ve 694 yıllarında Çin’de elçilikleri bulunduğu bilinmektedir. ‘’Kurukan’’ların toprakları, Çinlilerce Suan-Kue-Çju diye anılıyordu. Böylece demek oluyor ki, daha devrimizin birinci bin yılında tarihçe belli bir halk olmuşlardır. Fakat 11.yüzyılın aşağı yukarı 30 uncu yıllarına doğru, o tarihlerde Yakutların ellerinde bulunan topraklardaki halklar arasında bir değişiklik husule geldi.
         Moğollar, Onon ve Karulan nehirleri ovasında ve Buir-Nor gölünden kuzeye, Lena nehrinin yukarı kısımlarına doğru sokulmuşlardı. Buryatlar da Yakutları Baykal gölü tarafından sıkıştırıyorlardı. Yakutların esas kısmı, Lena nehri yukarılarından kuzeye 14.yüzyıl sonlarında ve 16. yüzyıl başlarında çıkmışlardı. 16.yüzyılın ikinci yarısında Lena nehri boyunca yerleşmiş bulunan Yakut kabileleri hakimiyeti altında birleştiren Yakut Hanı Tıgın, büyük bir şöhret kazanmıştı. Ne var ki, bu arada Ruslar, Yakutistan topraklarına sokulmuş ve Tıgın’ı esir almışlardı. Yakutlar Tıgın’ı feodal devirlerinin milli bir kahramanı olarak kabul ediyorlardı.
         A.F. Middendorf’un tarifine göre, su katılmamış bir Yakut’un oval biçimli bir yüzü, düzgün bir burnu vardır. Elmacık kemikleri azıcık kabarık, siyah saçlıdır. Böylece Moğollardan ziyade Kırgız Türklerini hatırlatmaktadırlar.1865-1866 yıllarında Yakutistan’ı doğudan batıya kadar katletmiş bulunan George Kenan, Yakutlar hakkında şöyle yazıyordu;
         ‘’ Rus araştırmacılarından Vrangel, Yakutları ‘’demirden insanlar’’ diye tarif etmişti. Gerçekten de onlar bu isimle anılmaya hak kazanmışlardı. Yakutlar, bütün Kuzey Asya’da en fazla tutumlu yaşayan ve çalışmayı seven insanlardır. Sibirya’da şu deyim bir darbımesel hale gelmişti: Siz herhangi bir ıssız yerde bir Yakut’u çırılçıplak istepte bırakınız. Bir yıl sonra aynı yere uğradığınızda bu Yakut’un hububat ambarlı büyük konforlu bir eve, at, sığır gibi hayvan sürülerine sahip olduğunu görürsünüz.’’
         E. Reklü’nün yazdığına göre, Yakut bir Yahudi yada bir Çinli gibi sebatla ve yorulmadan çalışmaktadır. O, bütün düşkünlük hallerine ve açlığa, tıpkı bir Tunguz gibi kaderin bir cilvesi diye sessizce tahammül ediyor, şu veya bu tehlikeden korkmadığı gibi, her hangi bir engel karşısında da duraklamak nedir bilmiyordur. Yakutlar bütün Sibirya sakinleri arasında kendi olağanüstü bir asimile etme yahut intibak kabiliyetleri sayesinde en çok refah ve bolluk içerisinde yaşayan bir toplumdur. O, kendi çevresine, tabiata ve insanlara uymayı iyice başarmaktadır. Bu bakımdan Yakutlarla bir arada yaşayan Rusların Yakutların dil ve adetlerini benimsemek sureti ile onlarla büyük bir istekle akrabalık bağları kurarak tam manası ile Yakutlaştıklarına hayret etmemelidir. Bununla beraber Yakutlar, özellikle Sovyet devrinde bilhassa dil ve din bakımından mühim nispette Ruslaşmışlardır. Bugün Yakut dilinde göze çarpan iki dilliliğin dikkate değer bir tarafı da Rusça kelimelerin aynı zamanda Yakutça yapılan izahlarıdır.
         Sovyet gazetecilerden V. Artemyev, bugünkü Yakutları şu şekilde vasıflandırmaktadır.
         Yakutlar genellikle göçebe bir hayat yaşamakta ve hayvancılık, geyikçilik ve avcılık ile meşgul olmaktadırlar. Yakutların güneydeki yerleşik kısmı bunlardan başka ekim işleriyle de uğraşmaktadırlar. Yakutlar dinlerine bağlılıkta temayüz etmekte ve çoğunlukla kendilerini Ortodoks saymaktadırlar. Bu da onlara Ortodoks Çar Hükümeti tarafından bırakılmış bir mirastır.  Gerçekte ise Yakutlar Şamandırlar. Onlar cinslerin himayesi olan tanrıları tanımakta, hayvanlara, kuşlara, dağlara vs. şeylere tapmaktadırlar.  On yıllardan beri dikkatle muhafaza edilen ve bir nesilden ötekisine mukaddes bir miras gibi geçen Ortodoks ikonları ve haçları inanmış oldukları sayısız tanrılardandır. Yakutlar hayret edilecek derecede dürüst adamlardır. Kendilerine ait olmayan bir şeyi asla almazlar. Hatta kendileri için çok lüzumlu olsa bile sahipsiz mala asla dokunmazlar.
         Artemyev, Yakutların yabancı mülkiyetine karşı duydukları olağanüstü saygıya misal olarak şu vakıayı anlatmaktadır.
         Yakutlar, araştırıcı-geolog ekipleri için Tayga ormanlarında muhafazasız bırakılmış erzaktan faydalanmak şöyle dursun, hatta bir mükafat olarak kendilerine verilmiş erzakı bile almamış ve iade etmişlerdir. Zira Yakutlar kendilerine erzak veren kişilerin bu erzakları kanunsuz olarak aldıkları sanısına kapılmışlardır.
         V. Artemyev, bundan başka dikkate değer şu bilgiyi de vermekteydi. Sovyet polisi, Sovyet toplama kamplarından kaçan kimseleri yakalamak için kendileriyle işbirliği yapacak bir Yakut bulamıyordu. Yakutistan’da hükümet organlarına bu çeşit bir yardımda bulunacak yerlilerden bir kimse bulmak oldukça güçtür. Yakutlar arasında gizli istihbarat ajanlarından mürekkep bir şebeke kurmak hemen hemen imkansızdır. Kendi yaradılış ve huyları itibariyle oldukça dürüst, samimi ve kurnazlıktan uzak bulunan Yakutlar, ana Taygalarında kötü hareketlerde bulunmazlar.
         1825 yılında Sibirya’ya sürülmüş M.İ.Muravyev-Apostol adlı bir Rus dahi,Yakutların dürüstlüğü hakkında yazılar yazmıştır. Yazılarında Yakutları çalışkan, emekçi diye anan ve kendilerine karşı büyük bir sempati besleyen yazarın söylediğine göre, Yakutlar oldukça adil ve dürüst insanlar olup kurnazlık ve hırsızlık nedir bilmezler. Daha sonraları 1872-1873 yıllarında Yakutistan’da hapiste bulunmuş Rus yazarı N. Çernişevski de Yakutlar hakkında şöyle demişti;
         Burada insanlar iyi kalplidirler. Hemen hemen hepsi dürüst adamlardır. Bazıları kendi cehalet ve yabaniliklerine rağmen, oldukça müspet ve necip insanlardır. Ama onların hayatlarını görmek gerek…Onların hatta paralı iken de dilenci hayatlarını görmek insana azap veriyor. Bu adamlar iyidirler, akılsız da sayılmazlar. Hatta denilebilir ki, Avrupalılardan daha istidatlı ve kabiliyetlilerdir. Söylendiğine göre Yakut çocukları okullarda Ruslardan daha iyi okuyorlar.
                    ÇARLIK RUSYASI ALTINDA YAKUTLAR
         Rusların 17. yüzyılda Yakutistan’a sokuluşlarına kadar, buralarda Yakutların şu Türk kabileleri yaşıyordu. Yakutsk şehri çevresinde amgin-lenler, tamatlar, eginler, elgetler, korinler, yusallar, baydunlardan ibaret akraba guruplardan müteşekkil verhoyanlar; jiganlar, çaçunlar,kokun,tam oleslerden ibaret akraba guruplardan vilyuylar.
         Rusların Yakutlara karşı açtıkları askeri seferler arasız olarak 1628, 1630, 1631 ve 1634 yıllarında daha sonraları da devam etmiştir. Bütün bu saldırılar karşısında Yakutlar, kendilerini kahramanca savunmuşlardır. Yakutlar, 1635 yılında İvan Galkin’in kumandasındaki Rus ordusunu bozguna uğratmış ve 1632 de Ruslar tarafından temeli atılmış Yakutsk kalesini de kuşatmışlardır. İkinci defa olarak 1636’da Galkin ordularına saldırmış sonradan kendisiyle barış antlaşması yapmışlardır. 1639-1640 yıllarında Yakutlar ve Tunguzlar Oilga’nın idaresinde Aldon’da ayaklanmışlardır. Fakat Ruslar, Oilga’yı yakalamaya muvaffak olmuş ve bir çok işkencelerden sonra onu asmışlardır. Oilga milli bir kahraman olarak bu güne kadar Yakutlarca saygı ile anılmaktadır. 1642 yılında Yakutlar, Yakutsk’ta ayaklandıkları zaman, 7 hapishaneyi Yakutlarla dolduran Rus askeri valisi Golovin, ilk önce onlara işkence yapmış, sonrada hepsini astırmıştır. Bunun üzerine Yakutlar Orta Lena’dan kuzey doğuya doğru göç etmeye başlamışlardır. 17. yüzyılın sonlarına doğru Rus Hükümetinin haraca bağladığı Yakutların %60’ı kaçak listesinde yer almışlardır. Yakutlar, 1648, 1652, 1653, 1668, 1676, 1681,1683 yıllarında Ruslara karşı silahlı çarpışmalarda bulunmuşlardır.
         Bunlar arasında bilhassa Kangalas Yakutlarının Cenik’in idaresi altında yaptıkları ayaklanma hareketi ün kazanmıştır. 1691-1962’de Yakutsk ilinin Birgol nahiyesinde de isyan çıkmıştı.
         Bu günkü Sovyet yazarlarının kanaatine göre, Yakutistan’ın Rusya ile birleşmesi esas olarak barış yolu ile olmuş ve bu birleşme gerek Rusya, gerekse Yakutistan için büyük ileri bir adım niteliği taşımıştır. Moskova Çarlığı, Yakutistan’ı ele geçirmekle doğuya doğru açılıp yayılmak için önemli bir hareket noktasına sahip olmuştu. Yakut Askeri Valiliğinin kuruluşundan (1638) itibaren Yakutsk, Rusların Ohot denizi, Anadır, Kamçatka ve Amur istikametlerinde ilerlememeleri bir üs vazifesi görmüştür.  Ne var ki, bu birleşmenin Yakutistan için her hangi bir ileri adım olmadığı, Sovyet yazarlarının sükutla geçiştirmeye çalıştıkları tarihi vakıalardan iyice anlaşılmaktadır. Çar Askeri Valisi Bibikov, haraç toplama sırasında en iyi derileri kendisine ayırtıyor ve Moskova hazinesini de incitmemek için bir daha deri talebinde bulunuyordu. Bibikov, Yakutları ve Tunguzları mütatın üzerinde haraç vermeye zorluyor, teşvik içinde onları kamçılatıyor, kulak ve burunlarını kestiriyor ve astırıyordu. Bu itibarla Bibikov Ohotsk!tan Yakutsk’a giden yol üzerinde Yakutlar tarafından öldürüldü.
         Rus hükümetine karşı koymanın imkansız olduğuna kanaat getirmiş olan Yakutlar, 18. yüzyılda yeni esaret hayatına intibak etmek yolunu tutmak zorunda kaldılar. Deli Petro zamanından itibaren Yakutlar, zorla kitleler halinde vaftiz edilmeye başlandı. Ancak bu vaftizler dahi Yakutları haraç vermekten kurtaramadı. Üstelik kendilerinden Rus vergileri de alınıyordu. Artık Yakutlara Rus isim ve soy isimleri de verilmeye başlandı. Ayrıca 8 yaşından itibaren de her erkeğe ağır vergiler yüklenmeye başlanmıştı. Yakutlar haraçtan başka şu vergileri de ödemeye mecburdular. Beylik atlar vergisi, yol bakım vergisi, su nakliyatı ve tesisleri vergisi, mahalli ihtiyaçlar vergisi, şahsi vergiler vs. Bunalan Yakutlar uzak kuzey bölgelerine sığınıyorlardı. Yakutlar 1810, 1811, 1814, 1816 ve 1817 yıllarında açılıkta geçirdiler. Çar idarecileri, Ortodoks kilise ve manastır ağaları Yakutların topraklarını satın alıyorlardı. 1830 yılında Petersburg’a gidecek olan Yakut temsilcileri için Yakutlardan toplanan 20.000 rubleden elde ancak 180.5 ruble kalmış olduğu için temsilciler Petersburg’a gidemediler.Bu konuda açılan adli soruşturma 59 yıl sürmüş, paraya el koyan idareciler de zamanla ölmüş gitmişti. İşte Yakutistan’daki ilerici hareket bu idi.
         Yakutistan’da ancak 1840-1848 yıllarında Olekma ve Sitim nehirleri boyunca Lena altın madenleri keşfedildikten sonradır ki, bir canlanma başlamıştır. 1910 yılında burada 30.000 kişi çalışıyordu.
         20. yüzyıl başlarında Avrupa’da tahsil görmüş ilerici Yakut milli aydınları varlık göstermeye başlamışlardır. Nikiforov adlı bir Yakut, 1917 Rus İhtilalinden önce, Yakutça ‘’Yakut Meseleleri’’ adı altında bir gazete kurmuştu. 1912 yılında ‘’Saha Sangata’’ adlı (Yakut’un Sesi) dergi yayın hayatına başladı. Daha sonra A. Sofronov ‘’Ana Vatan’’ adlı piyes yazdı.
                             YAKUTİSTAN’DA MİLLİ HAREKET
         20. yüzyıl başlarında Rusya Türklerinin milli-kurtuluş hareketleri Yakutistan’da da akisler uyandırmaktan geri kalmamıştır. 1905 yılı sonlarında bir çok Yakut, vergileri ve diğer mükellefiyetleri ödemeyi red etmişlerdir. Yakut aydınları arasında milli bir Yakut teşkilatı kurma fikri belirlendi. 04.01.1906 yılında Yakut edibi Nikiforov’un evinde düzenlenen müşavere toplantısında ‘’Yakutlar Birliği’’ adlı bir Yakut teşkilatı kurulmuş ve 9 üyeden mürekkep bir merkez komitesi seçilmişti. ‘’Yakutlar Birliği’’nin yerli komiteleri de vücuda getirilmişti. Ne var ki Çarlık idarecileri 19 Ocak 1906 yılında bütün teşkilat üyelerini tevkif ettikten sonra ‘’Yakutlar Birliği’’dağılmıştı. Yakutların  daha geniş ölçüde kendi milli bir teşkilat etrafında toplanma hareketleri 1917 yılı ihtilalinden sonra başlamıştır. Haziran 1917 yılında ‘’Yakut Federalistleri Emekçi Birliği’’ ve ‘’Saha Aymak’’ teşkilatları kurulmuştu. 22 Şubat 1918 yılında Yakutsk şehrinde toplanan ‘’Yakut Eyalet Şurası’’ kurulmuştu.
         İrkutsk’ta bulunan Sibirya Sovyetlerinin Merkez İcra Komitesi adlı Bolşevik teşkilatı, Yakutistan’a karşı ceza ve tenkil müfrezeleri göndererek Yakutları, 30 Haziran 1918 yılında bozguna uğratmış ve Yakutistan’da Sovyet hakimiyetini ilan etmiştir. Yakutistandaki iç sivil savaşı, bütün Sibirya’da olduğu gibi, başlıca olarak Kızıl Ruslarla Beyaz Ruslar arasında mücadele şeklinde cereyan etmiştir. Amiral Kolçak ordusunun baskısı neticesinde Bolşevikler 11 Temmuz 1918’de İrkutsk’tan doğuya doğru çekilmişlerdi. Yakutistan yeniden kendini toparlamaya ve teşkilatlanmaya başlamıştı. 5 Ağustor 1918 yılında Geçici Yakutsk Şehrini Koruma Komitesi kurulmuş, ertesi günde Yakut Eyalet Toprak İdaresinin ilk toplantısı yapılmıştı. Ne var ki Kolçak, Yakutlara karşı askeri harekete geçmiş ve  Kasım 1918 den itibaren Yakutistan’da kendi hükümetini kurmuştu. 7 Mart 1918 yılında Bolşevikler İrkutsk’u ele geçirmiş ve o sıralarda Yakutistanda ancak 28 komünist olduğu halde komünist iktidarını kurmuşlardı. Fakat Bolşevik hükümetine karşı vaziyet alan Yakut aydınları ‘’Saha Aymak’’ teşkilatı ile ‘’Holbos’’ adlı bir üretim kooperatifi etrafında toplanmışlardı. Sovyet gizli polisi (ÇEKA) bunlarla derhal Ağustos 1920 de mücadeleye başlamış ve teşkilatlar iktidar aleyhinde komplo peşinde denilerek dağıtılmıştı. Teşkilat idarecisi R.Orosin Yakutistandan sürülmüş, bir çok Yakutta kurşuna dizilmişti. Aynı şekilde takip ve baskılar Yakutistanın Vilyuy, Olekmin illerinde ve diğer yerlerde de yapılmıştı. İşte buna karşılık olarak Yakut milliyetçileri Bolşeviklere karşı her yerde baş kaldırarak ayaklanma başlatmışlardı. 28 Şubat 1922 yılında isyan edenler Yakutsk şehri yakınlarına varmış ve Verhoyansk’a ‘’Kuzey anti komünist müfrezesinin genel karargahını’’ kurmuşlardı. İsyancılar başlangıçta 3000 kişi iken Haziran 1922 ayında 18.000 kişiyi bulmuştu. Bu askeri hareketle beraber Yakutistan’da sivil direniş gurupları da kuruluyordu. 2-12 Mart 1922 yılında Çurapçe’de Yakutistan halkının temsilcilerinden müteşekkil Eyalet Kurucu Kurultayının toplantısı yapılmış ve bu toplantıda Geçici Yakut Eyalet Halk İdaresi seçilerek başkanlığa Yakut milliyetçilerinden G. Yefimov getirilmiştir, yardımcılığına ise gene Yakut Afanasyev getirilmiştir.
         Bolşevikler artık işe ÇEKA terörü ile değil, o tarihlerde nüfusun % 85 ini teşkil eden Yakutlarla siyasi barış hareketleriyle başladılar. 27 Nisan 1922 de Yakutistan Muhtar Sovyet Cumhuriyeti ilan edilmiş ve Yakutistandaki Sovyet hükümeti düşmanları genel siyasi bir af ile serbest bırakılmışlardı. Yakutistanda Bolşevik İhtilal Komitesi özel ticaret haklarını genişletmiş, Yakut aydınlarının ‘’Sovyet Kuruculuğu’’ işine katılmalarını teşvik yolunda çalışmalara başlamış ve Yakutistanda bütün Sovyet idare ve müesseslerinin yerlileşeceğini, yani Yakutlara bırakılacağını ilan etmişti. 1 Mayıs 1922 de Komiserler Şurası Yakutistan’da Sovyet Muhtar Hükümetini kurmuş ve başkanlığına da P.A. Oyunski’yi getirmişti. Yakutların Sovyet rejimine karşı mukavemetleri kültür-siyasi alanda devam ediyordu. Bağımsızlık teşkilatları da arka arkaya kurulmaya başlamıştı.
                NEDEN SOVYET HÜKÜMETİ YAKUTİSTAN’I BIRAKMIYOR?
         Yazımızın son bölümünde, Moskova’yı ne pahasına olursa olsun, Yakutistanı kendi sömürgesi gibi elinde bulundurmaya sevk eden sebepler üzerinde durmak istiyoruz. Sovyet Hükümeti, Yakutistanı Rus İmparatorluğundan kendine geçmiş olan bir toprak mirası gibi görmektedir. Yakutistan oldukça zengin tabii servetlere sahip bulunduğundan, bu servetler Yakutistan’ın kendi ihracat malı olarak dış ülkelere sevk edilirse, Sovyet sanayisi bundan zarar görecektir.
         Şu kadarını kaydetmek kafidir ki, sadece 1840 yılında Lena altınının keşfi, Petersburg ve Londra’nın Yakutistan’a olan ilgisini çekmişti. Son yıllarda jeoloji ve keşif ekipleri Yakutistan’da her çeşit sonsuz zenginlikler ortaya çıkarmaya başlamıştı.  1924’te Proletaesk, Oroçen, Lebedino, Cekondin, Kuranah, Zolotinsk, Turuk’ta yeni altın madenleri bulunmuştu. Diğer başka bölgelerde de altın bulunmaları başlamıştı, hem de 5 kişilik ekipler bu altınları bulabiliyordu. Bunun yanında kömür ve kalay madenleri, bakır madenleri ortaya çıkmaya başlamıştı.
         1954-1956 yıllarında Yakutistanda petrol gazı kaynakları bulunmuştur. 1949 yılında ise Krestiya şehrinde Vilyu havzasında Mahra ve Botuoliya nehirleri boyunda elmas yatakları ortaya çıkmıştır.  Daha sonra ise dünyaca ünlü kok kömürleri yatakları bulunmuştur. Bu nedenle Moskova’nın Yakutistan’a ilgisine şaşmamak gerekir.
         Alman-Sovyet savaşı sırasında Sovyet ordusuna alınan Yakutlar, cesaretleriyle ün salmışlardır. Ne var ki, Sovyet Komutanlığı Yakutlara büyük askeri birlikler kurmalarına müsaade etmemiş, bunları karma kıtalar arasına dağıtmış ve Yakutların kumanda mevkilerine yükselmelerine müsaade etmemiştir. Yakutlar ordu içinde keskin nişancılıklarıyla tanınmışlardır. Yakut Dimitri Gulyayev, cephede isabeti ile ün salmıştı. 1941-1945 çarpışmaları sırasında 500 kadar düşman askeri öldürmüş ve not defterine kaydetmiş keskin nişancılara rastlanmıştır. Alman askerleri için Yakutlar bombardıman uçaklarından daha büyük bir tehlike arz ediyorlardı. Kaderin cilvesidir ki vaktinde Çarlık Rusya’sına baş kaldıran Yakutlar şimdi Sovyet Rusya’yı kahramanca savunuyorlardı.
         Yakutların geleceği kendi ellerindedir, Yakutlar Sibirya’nın bazı küçük milletleri gibi asimile olup gitmeye niyetleri olduğu söylenemez. Uzun süren kış mevsiminde Yakutistanda sıcaklık -70 dereceye kadar düşmekte olmasına rağmen Yakutlar bu şartlara alışıktırlar. Yakutistanın ileride Türk halkları ailesinde geçmişte olduğundan çok daha fazla ve önemli bir rol oynayacağına şüphe yoktur.
             KIRIM TÜRKLERİNİN KİTLE HALİNDE TÜRKİYE’YE GÖÇÜ

         Rus Hükümetinin siyasi kararlarından dolayı Kırım Türkleri, 1785 yılından başlayarak, yani Kırım’ın Rusya’ya eklenmesinden iki yıl sonra kitle halinde Türkiye’ye göç etmeye başlamışlardır. 18. asrın son 25 yılı ve bütün 19. asırda yapılan bu göçler 1902 yılına kadar devam etmiştir. En kuvvetli göç dalgaları özellikle 1785-1800 yıllarında, 1828-1829 Türk-Rus harbinden sonra ve 1860-1862 yıllarında olmuştur.
         Rus müelliflerinden PAVEL Sumarokov’un verdiğe bilgiye göre, 1875-1800 yıllarında 300.000 Kırım türkü Kırım’ı terk etmiştir. Şu ana kadarki Kırımlı araştırmacılardan Firdevski, bu rakamı kabul etmemekle ve kendi eserinde bu yıllarda Kırım’ı 500.000 Kırım Türk’ünün terk ettiği sonucuna varmaktadır. Hadiselere şahit olmuş akademisyen Pallas’ın yazdığına göre, bu göç neticesinde 18. asrın 90. yıllarında Kırım’da 600 köy boşaltılmıştı. Kırım’dan Türkiye’ye yapılan kitle halindeki bu göçler, büyük güçlükler ve engellerle karşılaşmış, göçmenlerden bir kısmı deniz yolculuğu sırasında Karadeniz’de boğulmuştu.
         1806-1812 ve 1828-1829 yıllarındaki Türk-Rus harplerinden sonra başlayan ikinci göç dalgası sırasında 200.000 Kırım Türkü yurtlarını terk etmişlerdir.
         1854-1855 Kırım harbi yıllarında Rus askeri ve sivil makamları tarafından Kırım Türkleri üzerinde yapılan sert ve ağır baskılar neticesinde 1860-1862 yıllarında Kırım’dan ve Nogay isteplerinden Türk halkının yeniden kitle halinde göçü başlamıştı. Resmi Rus istatistiklerine göre bu göçte Besarabya tarikiyle veya Karadeniz yoluyla 192.320 kişi Türkiye’ye sığınmıştı. Mamafih Rus tarihçisi Nikolski’nin kaydettiğine göre, gerçekte ise göçmen sayısı çok daha fazla idi. Zira bir çokları pasaportsuz gitmişlerdi. Hükümetin açıklaması resmi rakamlardı. Bu göç neticesinde yalnız Kırım Perekop ilçesindeki 320 Türk köyünden 278’i halk tarafından tamamı ile terk edilmiş, bütün Kırım’daki ise gene 315 köy tamamen boşaltılmak üzere 687 köyden göç yapılmıştı. Bu göç vakasına şahit olanlardan birinin yazdığına göre, göçmen Kırım Türkleri kafilelerle gidiyor, toprağı öpüyor, ağlıyor, ama gene de yollarına devam ediyorlardı.
         Yollarda ölenlerin sayısı oldukça kabarık olmuş ve 60 bine yakın adam, açlıktan ve salgın hastalıklardan can vermişlerdir. Bu arada Tavrid vilayetine bağlı Militopol, Dneprovsk ve Berdiyansk gibi kıta ilçelerinin hemen hemen bütün yerli halkı yurtlarını bırakmış ve neticede bu ilçelerdeki Türk nüfusu sayısının oranı, İslavlara karşı %2’ye inmişti.
         Kırım Türkleri tarafından terk edilen topraklara çok geçmeden, Rus hükümetinin Kırımdan boşalmış Türk köylerine ve yukarıda adı geçen kıta ilçelerine sevk ettiği Rus, Ukrayna, Alman, Bulgar, çek ve Eston kolonistleri yerleştirmişlerdi.
         Yapılan bu göçler neticesinde 20. yüzyılın başlarına doğru 1.000.000 ila 1.200.000 arasında Kırım Türkü Kırımı terk etmiş bulunuyordu. Böylece 1783’den 19.asrın 80. yıllarına kadar yani bir asır boyunca Kırımın Türk halkı sayıca feci şekilde azalmış ve 1.500.000 kişiden 280.000 kişiye inmiştir.
         Kırım’a Rus göçmenlerini iskan etmeye  çalışan Rus Hükümeti, Kırım Türklerinin Kırım’dan göçlerine engel olmak şöyle dursun, aksine başvurduğu bütün tedbirlerle bu göçü daha ziyade genişletmeye çalışıyordu. Bunu, Rus Hükümetinin 1784, 1803 ve 1854 yıllarında olmak üzere Kırımdaki Türk Halkını üç defa sürgün etmeyi tasarladığı gerçeği ve Kırım arşivindeki mevcut Kırım Türklerinin Türkiye’ye göç meselesine ait bir çok belgeler iyice ortaya koymaktadır. Bu belgelerden anlaşılıyor ki Rusya İmparatorluğunun İçişleri bakanı Prens Adam Koçubey, 1803 yılında Tavrid genel valisine Türkiye’ye gitmek isteyen Kırım Türklerini durdurmaması ve bu göçleri teşvik etmesi hususunda direktif vermişti. Bu siyaset,1854 yılında kendi hükümetine, Kırım Türklerinin Rusya içerilerine yerleştirilmesi teklifinde bulunan Prens Menşikov tarafından da devam ettirilmiştir.
         Çar 2. Aleksandr’ın Harbiye Bakanı General Lides’in 18562da Kırım Türklerinin kitle halinde göç etmek arzusunda olduklarını çara bildiren raporuna cevap olmak üzere aldığı gizli karar dahi bilinen gerçeklerdendir. Çar’ın bu kararında Kırım Tatarlarının Türkiye’ye gizli yada açık göçlerine engel olunmaması ve onların kendi istekleriyle göçleri, memleketleri Kırım’ı bu Zaralı halktan temizlemek için en iyi bir fırsat olduğu belirtiliyordu.
         Yukarıda söz konusu ettiğimiz tarihi gerçekler, Kırım Türkleri için büyük milli bir felaket olan kitle halindeki göçlerin doğrudan doğruya Çar Hükümetinin Kırım’daki emperyalist-sömürgeci siyasetinin tahriki ile yapıldığını ortaya koymaktadır. Nogay isteplerindeki Türk halkının Türkiye’ye göç meselesini araştıran Rus tarihçisi Sergeyev’in yazdıklarına göre Kırım Türklerinin göçü dini sebeplerden ziyade, Rus polisleri, memurları ve sonradan gelerek Kırım topraklarını ele geçiren büyük toprak ağalarının sert ve haşin siyasetlerinden meydana gelmiştir. Yaratılan bu ağır şartlar karşısında Kırım Türklerinin başka seçenekleri kalmamıştır.
         Kırım Türklerinin göçü, kendi ölçü ve neticeleri bakımından Kafkasya’nın Rusya tarafından istilasından sonra kuzey Kafkasya kabilelerinin kitle halinde Türkiye’ye sürülmeleriyle kıyaslanabilir. Kırımlıların göçleri, istila edilen Kırımda Çar hükümeti tarafından yapılan görülmemiş kötülük ve adaletsizlik yüzünden ileri gelmiş ve bugün ahfadı 2 milyon kişiyi bulan ve kendi anayurtları Kırım’ın dışında Kırım’ın dışında yaşamaya mecbur kalan Dış Kırım Türkleri problemi yaşatmıştır.
         Kırım arşivinin sayısız belgelerine ve vakıalarına şahit bulunan kimselerin beyanlarına göre, Kırım’ın Rusya tarafından istilasından 19.asrın 80. yıllarına kadar, Kırım Türklerinin durumunda iyiliğe doğru her hangi bir değişiklik olmamış ve Çar Hükümetinin onlara karşı tutumu, çok olumsuz bir şekilde devam edegelmiştir.
         Bu meseleyi Kırımın arşiv belgelerine dayanarak incelemiş olanlardan Arslan Kriçisink’nin yazdığına göre; Kırımdaki Rus makamları, sözüm ona, Rus devletinin menfaati fikri uğruna, asırlar boyunca sürekli keyfi idare havası içerisinde yaşayan Müslüman halkın haklarını çiğneye gelmişlerdir. Rus hükümdarlar Kırım’da halkın nüfus olarak azalmasını ve kültürce gerilemesi için çalışmışlardır. Kırım halkının toprakları arazi ve hazine davaları açılarak sistemli bir şekilde ellerinden alınmıştır.
         1854-1855 Kırım harbi, Kırım Türklerine yeni felaketler getirmiştir. Kırım müttefik ve bu arada Türk ordularının çıkışı, Kırım Türk halkı arasında yakın zamanda Rus hakimiyetinden kurtuluş imkanının elde edileceği ümidini doğurmuştu. Bilindiği gibi, müttefikler safında bütün Kırım’ı Rus ordularından temizleme ve Kırım hanlığının bağımsızlığını yeniden ihya etmek fikri yer bulmuştu. Ne var ki bu düşünce, milletlerarası niteliğindeki bir çok sebepler dolayısıyla gerçekleşememiştir. Rus askeri ve sivil makamları müttefik orduların Kırım Türklerine karşı uyguladıkları dostça siyasetin aksine olarak kırım harbi sırasında müttefiklere sempati beslemekle şüphelendikleri herkesi tutuklamak sureti ile Kırım’ın yerli halkı arasında terör hareketine başlamışlardı. Tümgeneral Lavitski’nin söylediğine göre, Kırım harbinde Rus devriyeler yerli halka baskınlar düzenliyor, baskında yakaladıklarını asker kaçağı veya hain diye hükümete teslim edecekleri şantajı ile büyük haraçlar alıyorlardı.
         Rus müelliflerinden Yevgeni Mardov, Sabastopol seferinde Rus hükümetinin Kırımdaki tutum ve davranışını şu sözlerle anlatmaktadır. ‘’Hırsız memurları, asacaklarına ve kurşuna dizeceklerine bizde Kırım kabilelerinden en dürüstü olan ‘’Türkleri’’ asıyorlar ve kurşuna diziyorlar. Bu harpte bu sakin ve faydalı kabileye yapılan haksızlık, kimseye yapılmamıştır. Bu siyaset neticesinde Kırım Türkleri kitleler halinde göç etmişlerdir. Aynı Markov bu hususta şunları da yazmaktadır.
         Tatarları ancak kendilerinin mesut ve refahla yaşayabilecekleri kadim yurtlarını bırakıp gitmeye zorladılar. Kırımda hiç değilse bir ayını geçirmiş olan herkes, tatarlar kovulduktan sonra Kırımın mahvolduğunu derhal fark edecektir. İsteplerin kuru, boğucu sıcağına ancak onlar dayanabilir. Su çıkarma, dağıtma sırlarını onlar biliyorlar, herhangi bir Alman yada Bulgar’ın yaşayamayacağı yerlerde hayvan ve bahçe yetiştiriyorlardı. Yüzbinlerce dürüst ve sabırlı insan iktisadiyattan uzaklaştırılmış, deve sürüleri hemen hemen yok olmuştur. Eskiden 30 koyun sürüsünün dolaştığı yerlerde, şimdi bir tek koyun sürüsü görülmekte, çeşmelerin bulunduğu yerlerde şimdi boş havuzlar durmakta, çok nüfuslu sanayi köylerinin bulunduğu yerlerde yeller esmekte ve bu viraneler şimdi eski köyler yerine bütün ilçeleri kapsamaktadır.
         19. yüzyıl süresince Kırım Türklerin karşılaştıkları bütün iktisadi, sosyal ve hukuki mahiyetteki zorluklara rağmen Kırımın Türk halkı, Rus kanunlarına göre ancak ilk öğrenimle sınırlandırılmış olan kendi milli halk okullarını ve medreseleri sadece kendi maddi kaynaklarıyla yaşatmak ve korumak kudretini kendisinde bulmuştur. Rus resmi istatistiklerine göre, 1867 yılında Kırımda 131 ilkokul ve 23 medrese vardı. Yukarıda adı geçen Markov’un istatistik rakamlara dayanarak verdiği bilgiye göre Kırım Türkleri, kendi durumlarının bütün ağırlığına rağmen, halk eğitim sahasında Rus ahalisini geride bırakmış ve 1867 yılında Tavrid eyaletinde Rus ahalisinden 66.1 kişi başına ancak bir öğrenci düştüğü halde, Kırım Türkleri 27.9 kişi başına öğrenciye sahip olmuşlardır. Bu husus, 1861 yılında Kırımda bulunduğu sırada Devlet Emvali Bakanlığının memuru prens Vasilçikov’un gözünden kaçmamıştır. O kendi raporunda, Kırım Türklerinin, bir çok medreselere sahip bulunduklarını ve buralarda kendi gençlerini okutarak terbiye ettiklerini kaydettikten sonra diyor ki; Bunun neticesinde basit bir Kırım Türkünün fikri gelişmesi, basit bir Rus’un fikri gelişmesinden çok daha yüksektir. Kırım Türkleri kapalı bir kültür hayatı yaşamakta ve bütün Rus geleneklerine karşı koymaktadırlar. Bu bakımdan denilebilir ki, Kırım istila edildiği halde, ahalisi henüz feth edilmekten uzaktır. Anlaşılan bu rapor etkisini gösterdi ki, Rus hükümeti 1860-1870 yıllarında Kırım’ın çeşitli bölgelerinde tahsisatı devlet tarafından verilen ve Kırım Türklerini Ruslaştırma ocakları haline getirilen sözüm ona ‘’Türk Tatar Karma Okulu’’ açmıştı. Türk tarafından olumsuz karşılanan bu okullarda Rus tarafı istediği verimi alamadı.
         Rus Hükümetinin Kırım’da uyguladığı bu siyaset, Kırım Türklerinin sayısız protestolarını ve aktif mukavemetlerini görmüştür. Bilindiği gibi, 18. yüzyıl sonlarında Kırım’da, Rus hükümetince kitle halinde tevkifler ve Sibirya’ya sürgünler yapılmak yoluyla bastırılan halk ayaklanmaları vardı. Yüzlerce vakıa ile anlatılacak Kırım’daki olaylar 19. yüzyılda da devam etti. Bunlardan biri Bahçesaray bölgesinde 20.000 kişinin katıldığı 1808 ayaklanmasıdır. Geçen asrın 40. yıllarında kırım Türklerinin Rus hakimiyetine karşı milli protestoları, Ruslarca ‘’haydut’’ kendi milletince ‘’Yiğit Halim’’ olarak anılan Alim Azamatoğlu’nun şahsında ve önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Kırım’ın dağlık bölgelerinde Ruslarla silahlı mücadele yapmış olan Yiğit Halim, sonraları Kırım’ın milli bir kahramanı olarak Kırım Türklerinin folklorunda yer almıştır.
         Kırım için milli uyanış ve bağımsızlık ateşi, Rusya’ya ilhakın 100. yılında 10 Nisan 1883’de İsmail Bey Gaspıralı tarafından yakılmıştır.

                                      MEHMET GİRAY SUNŞ

         Şimali Kafkasya eşrafından Mehmet giray Sunş 76 yaşında olarak İstanbul’da ebediyete kavuşmuştur. Şimali Kafkasyalılar merhumun şahsında, kıymetli bir cemiyet adamını milli hürriyet mücahidini kaybetmiş bulundular. Aslen Balkar Türklerinden olan merhum, 1917 Bolşevik ihtilalinden evvel Şimali Kafkasya’nın Nalçik şehrinde Şimali Kafkasya Halk Mahkemesi üyeliği görevini yapmaktaydı. Aynı zamanda da Tiflis’te Çar Naibliğine bağlı Kafkas işleriyle ilgili muhtelif komisyon ve müşavirlere iştirak etmek sureti ile vatanı Balkaristan’ın ve Şimali Kafkasya’nın diğer bölgelerinin menfaatini savunuyordu.
        Bolşevik tehlikesi belirince, merhum aktif ve enerjik bir surette Şimali Kafkasya milli kurtuluş mücadelesine katılıyor. Bolşevik istilasından sonra Sovyet terörü yüzünden memleketini terk etmek zorunda kalan merhum, hariçte Şimali Kafkasya Halk Partisini ve Varşova’daki meşhur anti-bolşevik teşkilatı saflarında komünizmle mücadeleye devam eder.
         Mehmet Giray Sunş, Türkiye’de yaşadığı son yıllar zarfı dahi, Şimali Kafkasya Milli Merkezi üyesi olarak, Şimali Kafkasya’nın hürriyet ve istiklali uğrunda son nefesine kadar çalışmış, aynı zamanda Sovyet Komünist diktatörlüğünün boyunduruğu altında inleyen Türk-Müslüman memleketleri Bolşevik aleyhtarı cephesinde faal bir rol almıştır. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

                                PROF. AHMET NABİ MAGOMA
                                                    (1897-1961)

         Kuzey Kafkasya Milli Komitesi Reisi, tanınmış siyaset adamı, Prof. Ahmet Nabi Magoma, 26 mart 1961 tarihinde Almanya’nın Münih şehrinde ani olarak vefat etmiştir. Merhum 21 Ekim 1897 yılında Dağıstan’ın Andi Bölgesinin Godoberi köyünde, Kuzey Kafkasya’nın ileri gelen aydın bir ailesinden dünyaya gelmiştir. Merhumun dedesi, Kuzey Kafkasya’nın istiklali uğrunda çarlığa karşı 25 yıl boyunca savaşmış olan kahraman İmam Şamilin en yakın mücadele arkadaşlarından biri idi. Ahmet Magoma, ailesinin bu geleneğine sadık kalarak, bütün hayatını son nefesine kadar kurtuluş mücadelesine vakfetmiştir.
         Bütün gençliğini Dağıstan’da geçiren Ahmet Nabi, orta tahsilini Dağıstan’ın başkenti Temir-Han-Şura’da yapmış ve 1917 de aynı şehrin lisesini birincilikle bitirmiştir. 1917 Rus ihtilali merhuma, yüksek tahsilini anayurdunda devam ettirmeğe imkan vermemiştir. İhtilalin hemen akabinde Dağıstan’da kurulan Dağıstan Milli Şurası Ahmet Nabi’yi, henüz çok genç olmasına rağmen, doğduğu Andi bölgesine, o devrin tabiriyle komiser tayin etmiştir. Ahmet Nabi elinde silah, Denikin’in beyaz ordusuna, sonra da Kızıl Orduya karşı aktif bir şekilde çatışmıştır.
         Bolşeviklerin Kuzey Kafkasya’da kurdukları baskı ve terör rejimi yüzünden, anayurdunu terk etmek zorunda kalan Ahmet Magoma, bir ara Gürcistan’a sığınıyor. Azerbaycan ve Ermenistan’ın ardından Gürcistan’ı işgale gelen Kızıl Ordu1ya karşı merhum yeniden silaha sarılıyor. Kuzey Kafkasya ve Azerilerden oluşan bir küçük milis gücü kurarak savaşa devam eder. Kafkasların son kalesi Gürcistan’da Kızıl Ordu tarafından işgal edilince rahmetli son çare olarak Türkiye’ye sığınıyor.  İstanbul’a yerleşen merhum faaliyetlerini buradan sürdürmeye başlıyor. Kafkas mültecilerine yardım için kurulan komiteye sekreter seçilir. Ahmet Magoma, Çekoslovakya Hükümetinin Kafkas mültecilerine yardım amacı ile verdiği burstan faydalanarak 1923 yılında Çekoslovakya’ya gidiyor. Prag Teknik Üniversitesine kayıt olur. Merhum Çekoslovakya’daki tüm tahsil hayatı boyunca Prag’da kurulan Kuzey-Kafkasya Talebe Birliği Yönetim Kurulu üyesi ve başkanı olarak başarılı iler yapar. Üniversiteyi bitiren merhum, mühendis olur. Aynı üniversitenin öğretim üyeliği görevine seçilen merhum, zamanla profesörlüğe kadar yükselir. Matematik, elektro-teknik, mekanik profesörü olarak ün yapar. Fakat merhum, aynı zamanda kızıl çizmeler altında inleyen vatanını hiçbir zaman unutmaz. Milli kurtuluş davalarıyla aktif şekilde ilgilenir.
         Sovyet-Alman harbinin hemen başlarında, Almanların kitle halinde aldıkları milyonlarca Sovyet esiri arasında on binlerce Kuzey Kafkasyalı da vardı. Bunlar acele kurulmuş Alman esir kamplarında çok kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Bu durum karşısında sessiz kalamayan merhum, üniversitedeki ilmi çalışmalarına son vererek Almanya’daki yurttaşlarının yardımına koşar. Onun gösterdiği büyük gayret nedeniyle on binlerce Kuzey Kafkasyalı esir kamplarından bırakılmış ve hayatlarını Almanya’da idame ettirmeye başlamışlardır.
Bu arada Berlin’de Kuzey Kafkasyalı eski ve yeni üyelerden oluşan Kuzey Kafkasya Milli Komitesi kurulur. Komite reisliğine oy birliği ile merhum seçilir. Ağır şartlar altında kalan merhum harbin sonuna kadar bu görevini sürdürür. Onun sayesinde harp bitiminde yüz binlerce Kafkaslı Sovyetlere teslim edilmekten kurtulmuştur.
         Merhum ölümünden iki ay evvel, Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan yurttaşlarına hitaben bir vasiyet olarak kabul edilmesini istediği şu mektubu yazar.
         ‘’Biz yaşlıların günleri sayılıdır. Siz Kafkaslı genç mülteciler yerlerimizi doldurmalısınız. Amerika, dünya milletleri kaderinin halledildiği büyük bir devlettir. Saflarınızı sıkı sıkıya birleştirerek teşkilatlanınız. İnsan ve milletlerin en amansız düşmanına, halkımızı esaret zincirine vuran ve komünizm bayrağı altında yarın bütün insanlığı karanlığa ve hukuksuzluğa gömmeyi tasarlayan düşmana karşı mukaddes mücadele yürütenlerle beraber olunuz. Bir gün gelecek Kafkasya kurtulacak ve Avrupa ile Asya’nın hür milletleri arasındaki şerefli yerini alacaktır.’’
         Sömürge halklarının kurtuluşu davası etrafında şiddetli bir mücadelenin cereyan ettiği bugün, bu sözlerin özel bir manası vardır.
         Kuzey Kafkasya ve diğer Sovyet mahkümu milletlerin muhacereti, merhumun şahsında ileri gelen bir siyaset adamı, büyük vatansever ve fedakar bir mücahit hakkın rahmetine kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet  olsun. Nur içinde yatsın.

                                    EKBER AĞA ŞEYHÜLİSSAM  
         Azerbaycan, keza Sovyet mahkumu diğer milletlerin Milli Kurtuluş Cephesi acı bir kayıp daha vermiş bulunuyor. Azerbaycan Milli Kurtuluş Cephesinin tanınmış şahsiyetlerinden Ekber Ağa Şeyhülissam 2 Mart 1961 tarihinde Paris’te hakkın rahmetine kavuşmuştur.
         Ekber Ağa, Azerbaycan eşrafından ve tanınmış siyaset şahsiyetlerinden idi. 1917 yılı Rus ihtilali arifesinde oluşan şartların zaruri bir neticesi olarak pek genç yaşlarında siyasi faaliyetlere ilgi gösteren merhum, o sıralarda teşekkül eden, Azerbaycan Sosyal Demokrat (Himmet) Partisine katılarak az zamanda partinin ileri gelenlerinden biri oluyor.
         Milli Azerbaycan Cumhuriyetinin kurulmasını müteakip teşekkül eden hükümet kabinesinde bir ara Çalışma Bakanı olan merhum, daha sonra da Azerbaycan Cumhuriyetinin fiili ve hukuki durumunu Versailles Sulh Konferansında savunmak üzere Paris’e gönderilen ve Milli Azerbaycan parlamento reisi merhum Ali Merdan Bey Topçıbaşı’nın riyaset ettiği Heyeti Murahhassa azalığına seçiliyor.
         Müstakil Milli Azerbaycan Cumhuriyetinin 12 ocak 1920 yılında Versailles Sulh Konferansınca tanınmasına matuf çalışmalarda özel bir varlık göstermiş olan merhum, 27 Nisan 1920 tarihinde Müstakil Milli Azerbaycan Cumhuriyetinin Bolşevik ordularınca istilasını müteakip hayatının son anlarına kadar kızıl tecavüze maruz kaldıklarını tüm hür dünyaya anlatmaya çalışıyor.
         Yüce Tanrı gani gani rahmet ve mağfiret ihsan eylesin.

                                      PŞEMAHO KOSOK

         Türkiye’den müstakil Kuzey Kafkasya milli hükümetinin sabık başkanı Pşemaho Kosok’un 8 Ocak 1962 de İstanbul’da vefat ettiğine dair acı bir haber alındı. Aslen Kabartay’lı olan merhum, Kuzey Kafkasyalıların, ihtilalden önceki yıllarda Kuzey Kafkasya milli-kurtuluş hareketlerine aktif bir surette katılmış olan aydınlar kısmına mensuptu.
         1887 yılında Naşçik bölgesinin Babuk köyünde dünyaya gelen Pşemaho Kosok orta tahsilini Piyatigorsk (Beşdağ) lisesinde, yüksek tahsilini ise Petersburg Üniversitesinde yapmıştır. Adı geçen üniversitenin hukuk fakültesinden mezun olan merhum,şimdiki Krasnodar şehrine yarleşmiş ve avukatlık yapmıştır. Avukatlığında Çarlık döneminde Rusya içlerinden gelerek Çar tarafından, kendilerine araziler verilenlerle arazileri ellerinden alınanların davalarına bakmıştır. Arazileri ellerinden alınarak sürgüne yollananların vekili olmuştur onların davalarını hukuka taşımıştır. Merhum vekalet ücreti almak şöyle dursun çok defa mahkeme harçlarını kendisi yatırmıştır.
         1917 ihtilali duyulur duyulmaz Vladikafkas’a taşınan P.Kosok orada, Kuzey Kafkasya yerli ahalisi siyasi temsilciliğinin teşkilinde faal bir rol oynamıştır. P.Kosok, Petrogard’da, Muvakkat hükümet nezdinde Kuzey Kafkasya halklarının menfaatlerini savunan Birleşmiş Dağlılar Merkez Komitesi faal üyelerinden biri idi. 11 Mayıs 1918 yılında Kuzey Kafkasya istiklali ilan edildikten sonra, P.Kosok, şkönce milli hükümet üyesi olmuş, ilk hükümet başkanı Abdülmecid Çernoy, Kuzey Kafkasya diplomatik delegasyonun başında Avrupa’ya hareket ettikten sonra da, parlamento çoğunluğunca hükümet başkanlığına getirilmiştir.
         Merhum iktidar mesuliyetini çok ağır bir zamanda yüklenmişti. Onun hükümeti, genç cumhuriyete aynı zamanda general Denikin’in beyaz ordusuna ve kızıl orduya olmak üzere iki cephede savaşmak zorunda kalmıştı.
         Merhum muhacerette, milli işlerle ilgisini kesmeden, devamlı olarak Türkiye’de yaşamıştır. O, Kuzey Kafkasya Milli merkezi üyesi ve Sovyet teröründen kaçan ihtilal sonrası muhaceret şöyle dursun, aynı zamanda başlıca olarak merhumun yurttaşları Çerkeslerden mürekkep ve sayıları yüzbinleri bulan, Rusya’nın Kafkasya’yı istila ettiği (1864) devrin eski muhaceret ahfadını da birleştiren Kuzey Kafkasya Kültür Derneği Yönetim Kurulu üyesi idi.
         Büyük bir kalabalıkla kaldırılan, Kafkasların yiğit evladı Posok’un cenazesi 10 Ocak 1962 yılında İstanbul’da askeri törenle ebedi istirahatgahına tevdi olunmuştur. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.

                                    VASAN GİRAY CABAGİ

         Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti sabık parlamento reisi Vasan Giray Cabagi 18 Ekim 1961 tarihinde 80 yaşında olarak İstanbul’da vefat etti. Bu tanınmış siyaset ve cemiyet adamının ölüm haberi, Kafkas çevrelerinde çok büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cabagi, Çeçen-İnguşistan’ın Nasır-Kort köyünde doğmuştur. Merhum orta tahsilini Vladikafkas’ta, yüksek tahsilini de Derpte Politeknik Enstitüsünün ziraat şubesinde ve Jena (Almanya) Ziraat Enstitüsünde yapmıştır. Cabagi tahsilini bitirdikten sonra Petersburg Ziraat Bakanlığına atanmış ve orada bir iktisatçı ve ziraat uzmanı olarak isim yapmaya muvaffak olmuştur.
         Şubat 1917 ihtilali başladığı sıralarda merhum, derhal vazifesinden istifa ederek, ihtilale ve vatanının milli hayat kuruculuğuna katılmak üzere, bütün ailesiyle beraber Kuzey Kafkasya’ya dönmüştür. Cabagi, bu heyecanlı devirde Kuzey Kafkasya halklarının milli kurtuluş hareketini idare eden Kafkasya Dağlıları Birliği adlı ihtilal organının merkez komitesi ve ileri gelen bir faal üyesi olarak büyük varlık göstermiştir. Cabagi aynı zamanda 1864 Kafkasya istilasından sonra, Çarlık hükümetinin Kuzey Kafkasya’nın en iyi topraklarında iskan ettiği Rus kolonist ve kazaklarına karşı kopan büyük isyanı idare etmiştir. Merhumun 1918 de gösterdiği faaliyetler ve gayret neticesinde, başta Çeçen ve İnguşlar olmak üzere, verimsiz dağ geçitlerinde çile çeken yerliler, çarlık kolonizatörlerinin gasp ettikleri toprakların bir kısmına tekrar kavuşabilmişlerdir.
         Cabagi, Dağlı halkların milli-kurtuluş savaşında ve 11 Mayıs 1918 de Kuzey Kafkasya istiklalinin ilanında aktif rol oynamıştır. Bilindiği gibi, Sovyet hükümeti bidayette Kuzey Kafkasyanın istiklaline karşı düşmanca bir vaziyet almıştı. Sovyet Dış işleri bakanı Çiçercin, Kuzey Kafkasya Cumhuriyetini fiilen tanımış devletler mümessillerine, Moskova hükümetinin Kafkas devletinin varlığına tahammül edemeyeceğini söylemişti. Ama, bilahare, iç vatandaş harbinin kızıştığı sıralarda, aynı Çiçer’in Sovyet hükümetinin Kuzey Kafkasya istiklalini tanıdığını bildirmişti. Bütün bu hadiseler cereyan ederken Cabagi, önce parlamento reisi,sonra da Maliye Bakanı sıfatı ile büyük bir varlık göstermiştir. Merhum aynı zamanda, Kuzey Kafkasya Demokratik Cumhuriyetinin anayasa esaslarına, İsviçre Konfederasyonu kantonal sistemini vaaz etmek sureti ile, anayasa teklifine de aktif olarak iştigal etmiştir. Onun en büyük emeli, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Kuzey Kafkasya’dan ibaret bir ‘’Kafkasya Federasyonu’’nu gerçekleştirmek idi. Kafkasya’yı gelecekte bir ‘’Doğu İsviçre’’ gibi düşünüyordu.
         Kızıl ordu Kafkasya2yı istila ettikten sonra, Kremlin diktatörlüğünün kurduğu terör rejimi yüzünden vatanını terk etmek zorunda kalan Cabagi, mücadelesini hiç bırakmadı.
         Merhum 1922 yılında İstanbul’da Azerbaycan, Gürcistan ve Kuzey Kafkasya siyasi teşekküllerini birleştiren Kafkasya İstiklal Komitesi kurucularından biri olmuştur. Bundan başka merhum bilahare, kendisinin de yerleştiği Warşova’da kurulan ve hemen hemen Sovyetler Birliği’nin bütün mahkum halklarının katıldıkları Promethe hareketinde baş rol oynamıştır.
         Mükemmel bir kaleme ve birkaç yabancı dile sahip olan Cabagi, Batı memleketleri periodik basınında komünist diktatörlüğünün iç yüzünü açıklıyordu. 1938 yılında merhum, Lehistan hükümetinin resmi PAT ajansının Türkiye mümessilliğini yaparak, komünist sistem ve metotlarına karşı kıymetli yazılar yazıyor, İslam dini ile komünizmin uyuşmazlığını ispatlayan makaleler yayınlıyordu.
         İkinci dünya savaşı sıralarında merhum, esir ve muhacir Kuzey Kafkasyalıların ağır durumunu hafifletmek yolunda büyük enerji sarf etmiş ve gayret göstermiştir.
         Cabagi, Sovyet hükümetinin 1943-1944 yıllarında Çeçen-İnguş, Karaçay-Balkar ve Kırım Türklerine karşı işlediği korkunç cinayeti hakkında bir çok yayında ve protestolarda bulunmuştur.
         Sovyet basınında merhuma çok ağır eleştiri ve hakaretler yöneltilmiştir. Bu durum Kafkasların nazarında merhumun itibarını yükseltmiştir.
         Cabagi’nin şahsında, tanınmış siyaset adamı, büyük vatansever ve hürriyet mücahidini kaybetmiş bulunuyoruz. Kuzey Kafkasya’nın hürriyet sever halkları merhumu daima minnetle ve rahmetle anacaklardır. Ruhu şad olsun.

                                         DR. TÜRKKAYA ATAÖV
         ‘’Sovyet Rusya’da işçilerin bugünkü durumu’’ (Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları ANKARA 1960)

         Türkiye sosyal-siyasi literatüründe Sovyetler Birliğini çeşitli yönlerden ele alan umumi ve popüler mahiyette telif ve tercüme eserleri mahdut sayıda olsa da yer almış iken, maalesef bu güne kadar Sovyetler Birliği’nin iç problemleri üzerine eğilip de ilim açısından araştırma vasfını taşıyan bir eser yayınlanmış değildir. İşte bu bakımdan yanılmıyorsak Sayın Ataöv’ün, yukarıda kaydedilen ve bir süre önce yayınlanan eseri, bu eksikliği kısmen de olsa doldurmaya yarayan ilk eser olsa gerek. Genç araştırmacının Türkiye sosyal-siyasi literatürüne kazandırdığı ve özellikle genç kuşakları aydınlatma yolunda faydalı olacağını umduğumuz bu değerli eserden söz etmeden önce kitabın adı üzerinde birkaç kelime ile durmayı uygun ve lüzumlu bulduk.
         Görüldüğü üzere Sayın müellif, kitabına ad koyarken ‘’Sovyet Rusya’da’’ tabirini kullanmıştır. Oysa ki araştırılan konu, yani ‘’işçilerin bugünkü durumu’’ bugün Sovyetler Birliği adıyla anılan bir ülkenin tümünü kapsamakta ve bu problemle ilgili kanunlar Sovyetler Birliği’nin her yerinde aynı şekilde uygulanmaktadır.
         Bu, Türk Milliyetçisi genç arkadaşa ilerideki yıllarda çalışmalarında başarılar dileriz. Bu değerli insan Kafkas Halklarının bağımsızlık mücadelesinde önemli yer tutmaktadır.

                                                    BEKİR AKCAR
         Kırımlıların yakından tanıdıkları değerli milli mücahit Ebubekir Akcar (Eczacı Bekir Bey), uzun zamandan beri devam eden hastalıklarından kutulamamış ve nihayet 12 Ocak 1962 Cuma günü İstanbul’da vefat etmiştir. Muhittin ve Saliha Şerife’nin çocuğu olan Bekir Bey Kırım’ın Gözleve şehrindendir. İlk ve orta tahsilini Kırım’da yaptıktan sonra İstanbul’da eczacılık tahsilinde bulunmuştur. Bundan sonra Kırım’da mesleki faaliyet yanında, 1917 den sonra Kırımdaki milli faaliyet ile yakından bağlantılıdır. 1927 yılında Türkiye’ye gelen Bekir Bey burada bir taraftan mesleğini ifa ederken bir taraftan da Kırım Folklorü üzerinde çalışanların başında yer almıştır.Rumanya ve Lehistan’a yaptığı seyahatlerde Kırım Türklerinin kültürünü ve istiklal davalarını tanıtma hususunda tesiri hala devam eden çalışmalarda bulunmuştur. Emel mecbuasında makaleleri vardır.
         Mütevazi, sakin, dürüst, feragatkar ve vefakar bir micaza malik Bekir Beyin vefatı Kırım Halkları için bir kayıptır. Kederli ailesine başsağlığı kendisine Tanrı’dan rahmetler dileriz.

                                         ŞEVKİ BEKTÖRE
         Kırım’ın vatansever ve milliyetçi şairlerinden, Şevki Bektöre 18 Aralık 1961 de İstanbul’da vefat etmiştir. 1888 yılında Dobruca’nın (Rumanya) Kavlaklar köyünde doğmuştur. Buradan Türkiye’ye göç etmiş, Polatlı’nın Karakaya köyüne yerleşmiştir.İlk tahsilini köyünde, rüştüye tahsilini Haymana kasabasında yapmıştır. Bilahare İstanbul’da ilahiyat tahsili görmüştür. Kırım’a ilk defa 1909 yılında gitmiştir. Kırım’da öğretmenlik ettiği sıralarda Birinci Cihan Harbinin başlaması üzerine askerliğini yapmak üzere Türkiye’ye gitmiştir. 1917 de Rusya’daki inkılap ve Kırımdaki istiklal hareketleri esnasında Türkiye’de bulunuyordu. 1918 Mart ayında, Türkiye Kızılayının esir mübadelesi heyeti ile birlikte Kefe’ye gitmiş ve dönmüş, Alman işgali devrinde de Kırım’da maarif meclisi azası bulunmuştur. Kırım’ın bolşevikler tarafından işgalinden sonra, Veli İbrahim devrinde, 1925 yılına kadar, maarif sahasında öğretmen ve idareci olarak çalışmış ve talebeler yetiştirmiştir.
         1925 yılından sonra Dağıstan’da, 1928 yılından 1932’ye kadar da Türkistan’da yine maarif sahasında öğretmen olarak çalışmıştır. 1932 yılının mart ayında komünistler tarafından tevkif olmuştur. Bundan sonraki hayatı sürgünde geçmiştir. 1956 yılında Türkiye’ye gelmiş ve aile ocağına kavuşmuştur.
         Şevki Bektöre, maarif sahasındaki çalışmaları, Türk dili üzerindeki etütleri, milli ruhu uyandırıcı şiirleri ile tanınmıştır. Kederli ailesine başsağlığı dileriz. Allah rahmet eylesin.
                                             SÜREYYA ŞAPŞAL

         Haber aldığımıza göre, Karaim Türklerinin ruhani başkanı Süreyya Şapşal Hakan 18 Kasım 1961 de Vilno şehrinde vefat etmiştir. Süreyya Şapşal 1873 de Kırım’ın Bahçesaray şehrinde doğmuştur, il tahsilini mahalli Karaim okulunda, lise tahsilini de Petersburgta yapmıştır. 1894 yılında Petersburg Üniversitesi Şark Dilleri Fakültesine kayıt olmuş, burada Türk Dili ve Edebiyatını, Arap ve Fars dillerini öğrenmiştir. Prof. Smirnov’un talebesidir. 1899’dan 1906 yılına kadar Tebriz’de kalarak veliaht Mehmet Ali’nin öğretmenliğini yapmış, tahta geçtiğinde, o da Tahran’a gitmiş, 1908 de Kırım’a dönmüştür. Oradan da Petesburg’a giderek Üniversitede Şark dilleri fakültesinde Türk dili ve edebiyatı kürsüsünde müderris muavini olmuştur. 1911 de Rusya Şarkiyatçıları Cemiyetinin başkan muavini ve Yakınşark Bölüm başkanı olmuştur. 1915 de Kırım Karaim Türklerinin başkanı seçilmiştir. 1919 da İstanbul’a gitmiştir. 1928 de neşrolunan Türk Yılı Dergisinde Kırım Karaim Türkleri hakkında değerli bir yazısı vardır. 1928 de Polonya’daki Karaimlerin reisi olarak Vilno’ya yerleşmiştir.  Aynı zamanda Türk Dili profesörü olmuştur.
         Türk diyalektiklerinin mukayeseli etüdü ve bilhassa Karaim Türkçesi üzerinde esaslı olarak tetkikatı vardır. Aynı zamanda, teoloji araştırmaları ile meşgul olmuş ve Karaim mezhebi üzerinde incelemeler yapmıştır. Bu sahalardaki müspet faaliyetini hürmetle anar, Kırımlı Karaim Türklerine başsağlığı dileriz. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın değerli hocamız.

              SOVYETLER BİRLİĞİNDE İSLAM DİNİNE KARŞI YAPILAN YENİ  KOVALAMALAR

         İslam dinine karşı mücadele, Sovyetler Birliğindeki Müslümanların varlığını tamamı ile ortadan kaldırma ve onları ileride zamanla, sözüm ona ‘’tek sosyalist millet’’ potasında eritme gayreti, daha anlaşılır bir dil ile söyleyecek olursak, bu Müslüman milletleri tam manasıyla Sovyetleştirme ve Ruslaştırma, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin ana amaçlarından birini teşkil eder.
         Eski Rusya İmparatorluğunun sınırları içinde yaşayan Müslüman Halkları, Bolşevik ihtilalinden çok daha önce, geçen yüzyılın ilk yarısında kültür ve milli uyanış yoluna azimle girmiş ve bu yoldaki çabalar neticesinde ilk milli aydın kadrosu ve reforma tabi tutulmuş yeni okullar meydana gelmişti. İşte bu hareket ve çabalar, Rusya’daki Müslüman halkları arasında, milli devlet bağımsızlığına ulaşmayı amaç edinen milli-kurtuluş hareketlerinin doğuşunda itici bir kuvvet olmuştur. Sabık Rusya İmparatorluğunda çıkan 1917 ihtilali neticesinde Kırım, Kuzey Kafkasya, Azerbaycan, İdil-Ural ve Türkistan’da 1917-1918 yıllarında bağımsız milli Müslüman Cumhuriyetleri kurulmuştu. Fakat, bu cumhuriyetlerin bağımsızlığı, bütün Rusya Bolşevik Hükümetince kan denizinde boğdurulduktan sonra ortadan kaldırılmıştı. Bolşevik hükümetinin silahlı kuvvetleri Kırım, Kafkasya, İdil-Ural ve Türkistan topraklarını istila ederek bu cumhuriyetleri,1924 de bugünkü Sovyetler Birliği şekline sokulan Sovyet Rusya içine almışlardı.
         Bundan sonra 1920-1930 yıllarında Sovyet Hükümeti, Sovyetler Birliği Müslümanlarına karşı şiddetli bir baskı siyaseti uygulamak yoluna girmişti. Hususi mülkiyetin müsaderesi yanında, Müslümanlara ait evkaf müesseseleri de müsadere edilmiş, şeriat mahkemeleri ortadan kaldırılmış ve camiler, medreseler kapatılarak tehcir ve idamlar yoluyla Müslüman ruhanilerinin çoğu imha edilmiştir. Müslümanların bu geniş ölçüdeki imha siyasetlerine karşı mukavemetleri, Kırım, Kafkasya, İdil-Ural ve Türkistan’da zaman zaman kendini gösteren ve Sovyet terör cihazları tarafından merhametsizce bastırılan çeşitli isyan ve ayaklanmalar şeklinde belirmişti.
         Birinci Dünya Savaşı sıralarında Sovyet hükümeti, kendi rejimini kurmak emeliyle Sovyetler Birliği halklarının milliyetçi-yurtseverlik ve dini duygularına baş vurarak dindarlara bir takım tavizlerde bulunurken, hiç şüphesiz, Sovyetler Birliğindeki Müslümanlardan savaşta belli başlı yardımlar göreceğini hesaba katmış bulunuyordu. Böyle olmakla beraber bu tavizler, Müslüman halkları arasında askeri ve yurtseverlik heyecanını doğuramadı.Üstelik Kırım ve Kuzey Kafkasya Müslüman halkları aktif olarak Bolşeviklere karşı silahlı mücadeleye girdiler. Türkistan, İdil-Ural ve Sibirya Müslümanları ise, 20 yıl süresince Komünist teröristlerce  takibata maruz kaldıklarından, yer altı faaliyetine geçmek zorunda bırakılan dini hayatlarını yeniden kurmak için uygun ve elverişli fırsatı elde etmiş bulunuyorlardı.
         1942 de Sovyetler Birliğinde, dindar Müslümanlar tarafından yeniden 1312 cami kurulmuş, kutsal yerlere yeniden ziyaretler başlamış, iki medrese açılarak genç Müslüman din adamları yetiştirme işine başlanmıştı. Fakat Sovyet hükümeti 1944 Kırım Türklerini, Çeçen, İnguş, Kuzey Kafkasya’daki Karaçay ve Balkar Türklerini görülmemiş şekilde katliama tabi tutmak suretiyle Sovyetler Birliği Müslümanlarına yeni ve müthiş bir darbe indirmişti.
         Savaş sona erdikten sonra, İslam dininin Sovyetler Birliğinde yeniden hızla canlanmakta olduğundan endişe duyan Sovyet Hükümeti, 1943-1953 yıllarında din aleyhtarı propaganda ve tedbirlere baş vurulmasını ve bu yoldaki çalışmalara hız verilmesini kesin bir şekilde talep ederek bu yolda geniş bir faaliyet eseri gösteriyordu. Ama, savaş dolayısıyla kabaran dindarlık heyecanını önlemek, pek kolay bir iş değildi.
         Sovyetler Birliği’nin Müslüman cumhuriyetleri ahalisi büyük bir törenle dini bayramlarını yapıyor ve Ramazan ayını da oruç tutmakla geçiriyordu. Binlerce dindar Müslüman cami ve başka kutsal yerlerde toplanmaya başlıyordu. Yalnız bu kadar değil, dini ve milli olmak üzere çeşitli adetler, aile ve toplum hayatının gelenekleri de canlandırılarak yaşatılıyordu.
         Sovyet hükümeti, bir yandan bütün bu dini hareketleri önlemeye çalışıyor, öte yandan da bütün bunlardan Müslüman Doğu ülkelerinde kendi dış propagandası için geniş ölçüde faydalanmaktan çekinmiyordu. Moskova gazeteleri, Moskova ve Taşkent radyoları, Sovyet Türkistan’ında ve Sovyetler Birliği’nin başka bölgelerinde yapılan dini ayinlerden söz ediyorlardı. Yeniden açılan camilerden bahsediyor, türbe, kutsal yerler ve medreselerin sayıları bildiriliyordu. Moskova’da yapılan bir çok hükümet resmi kabullerinde ve Müslüman Doğu’dan gelen namlı misafirlerle karşılaştığında onlara ruhani kıyafetleriyle Sovyet müftüleri ve emektar mollalar gösteriliyordu. Bilhassa 1953-1956 ve 1957 yıllarında Sovyetler Birliği2nde basılmış kuran-ı Kerim hakkındaki söylentilerin dış ülkelere çıkartılmasına çalışılıyordu. Sovyet Müslümanlarının hac farizalarına dair haberlerin yapılması da unutulmuyordu. Radyolarda bir çok yabancı dillerde Sovyetlerdeki Müslüman ruhanilerinin, Sovyet Hükümetinin siyasetini tasvip ettiklerini bildirir beyanlarının metinleri yayınlanıyordu.
Mamafih, Sovyetler Birliği’ni gezi amacı ile dolaşmış olan otorite sahibi kimselerin verdikleri bilgiler sayesinde hür dünya ülkeleri, Sovyetler Birliğindeki Müslümanların gerçek durumu hakkında oldukça iyi bilgiler elde edinmiş bulunuyorlardı. Bu konuda şu olaylar özel bir önem taşımaktadır. Pakistan ulemasını Sovyetler birliğini ziyareti; Palembang’ta toplanan Endonezya Müslüman ulemasının kongresinde, İslam dininin komünist ülkelerdeki durumu meselesi hakkındaki kararnamesi, M. Sami Aşur’un ‘’Komünizm esaretindeki Müslümanlar’’ adıyla 1959 da Kahire’de yayınladığı kitap. Bu arada Irak ve Birleşik Arap Cumhuriyetleri hükümetlerinin komünizm sızması ve açılmasına karşı oldukları cephe dahi büyük bir rol oynamaktan geri kalmamıştır. Her iki hükümet, komünist ideolojisinin hür Müslüman ülkeleri ihtiyaçlarını sağlayacak durumda olmadıkları hususunu oldukça açık bir şekilde Moskova’ya bildirmişlerdir.
         Müslüman ülkelerinde yaptığı dış propagandanın başarı elde etmediğine kanaat getiren Moskova, artık Sovyet Müslümanlarının dini hayatını eli altında bulunan vasıtalarla reklam etmek heves ve ilgisini bir tarafa bırakmıştır. 1958 den itibaren Sovyet Müslümanlarının dini ayinlerine ait radyo haberlerine son verilmiştir. Bundan sonra artık Sovyet Hükümeti, yeniden Sovyetler Birliğinde İslam dinini ve bu dine inananları açıkça takip etmek siyasetini uygulamaya başlamıştır.
         Sovyet Hükümeti, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 21. kongresinden (1959) sonra, Sovyetler Birliğinde esasen dinin tamamı ile kökünü kazıma yoluna girmiştir. Resmi belgelerde dine karşı mücadele, komünist teorisine göre bu mücadelede, yavaş ve ihtiyatlı bir şekilde yürütülmektedir. Ama tatbikatta buna riayet edilmediği görülmektedir. Sovyet basını açıkça şöyle yazmaktadır,’’Bütün Sovyet ideoloji kurumlarının gayreti, dini itikatlerin tamamı ile kökünün kesilmesine doğru yöneltilmelidir ve dinle mücadele işinde, içtimai telkin ve tesir tedbirlerini muhakkak sert idari ceza tedbirleriyle birleştirmek gerekir.
         Sovyetler Birliği, dini Lenin’in sözlerine dayanarak sıkılmadan ‘’ifadesi güç bir alçaklık, iğrenç bir şey, yeryüzünün en iğrenç şeylerinden biri’’ diye vasıflandırmaktadır. Sovyetler Birliğinde dinin kökünü kazımak için din aleyhtarlığı yapmak işiyle görevli koca bir propaganda ordusu vardır ve bu ordunun daima ikmaline çalışılmaktadır. Bu ordu kadrosu, devlet müesseseleri, okullar, kurslar ve seminerlerde hazırlanmaktadır. Kadroya dahil propagandistler siyasi polis tarafından desteklenmekte ve eğitilmektedir. Birde ajanlar çetesi kurulmuştur ki bunlar da rejimin bekçileri olarak kendilerini lanse ederler.
         İslamiyet, tarih ve ideolojisini gözden ve itibardan düşürmek amacıyla ortaya atılan ve en fazla yaygın hale gelen bazı kaba Sovyet düşünce ve beyanlarından örnek olmak üzere bir kaçını aşağıya çıkartıyoruz.
‘’…İslamiyet, Arabistan’da doğmuş ama, Allah’ın ve onun peygamberi Muhammed’in iradesi ile değil, sosyal-ekonomik münasebetlerin gelişmesi neticesi bir çok ülkeye yayılmıştır.’’
‘’…çok tanrılık, aşiret ve ticaret eşrafının menfaatlerini sağlamaktan uzaktı. Bu eşraf, Arapların siyasi birleşmesine ve şuurunun, benliğinin gelişmesine engel oluyordu. İşte, bu sebepler yüzündendir ki, Muhammed’den çok daha önce başlayan tek Allahlık fikrini alma yoluna gitti.’’
‘’…İslamiyet, kabile aristokrasisinin ve tüccarlarının tamahkarca, menfaatçi zulümlerine ışık tutmuş ve hala da tutmaktadır.Feodallara ve burjuvaziye hizmet etmektedir. Arap, Moğol, Tatar, Türk ve başka istilacıların haydutça seferleri, hep İslamiyetin yeşil bayrağı altında yapılmıştır.’’
‘’….İslamiyet bütün tarihi boyunca, ilim ve maarifin amansız düşmanı olmuştur. İslamiyeti savunanlar, bütün ileri ve dünyevi hususları amansız takibata maruz bırakmışlardır.’’
‘’…Muhammed’in Allah tarafından gönderildiğini, Allah’ın var olduğunu ve Arap hareketinin dini bir vasıf taşıdığını ancak safdil ve cahil bir molla söyleyebilir.’’
‘’…Kuran’ın kutsallığı, yanılmazlığı ve Allah tarafından nazil olduğu hakkındaki sözler, başından sonuna kadar yalandır.’’
‘’…Kuran, padişahlara ve feodallara kanlı hizmetlerde bulunmuş köhne, tozlu, kalın bir kitaptır.’’
         Sovyet basını 1961 de büyük bir endişe ile şu manşetle çıktı ‘’Prjevalsk şehrindeki eski caminin avlusunda 45.000 ruble (cami kumbarasından) harcanarak minarenin boyu 10 metreyi bulan yeni bir cami yapılmıştır.’’
İslam dinine karşı mücadelede etkili olacaklarına inandıkları bazı tedbirler alınmıştır.
Camilerin kapatılması için yapılan kampanyalara hız verilmesi.
Müslümanların ziyaret ettikleri kutsal yerlerin ortadan kaldırılması için kampanya başlatılması.
Müslüman din adamlarına karşı mücadele. Bu kampanya kapsamında bazı din adamları Üstün Sovyet Nişanı ile bile ödüllendirilmişlerdir, bunları kötü de olsa anmak için ve ibret için açıklayalım.
Müftü Abdurrahman Resulov
Orta Asya Kazakistan Müslümanları Ruhani İdaresi Başkanı Müftü İşan Babahan, İbn Abdül-Mecit Han, bunlar Sovyet barışı koruma komitesi üyesi olmuş ve Sovyet nişanı ile taltif edilmişlerdir.
Aynı ruhani idarenin şimdiki başkanı Müftü Muhaddis Hafiz Ziyaeddin Babahanov
Sibirya Ruhani İdaresi Başkanı Müftü Elhafızı Kelamullah, şakir İbn Şeyh, İslam Hayaleddiov
Maveray-i Kafkasya Ruhani İdaresi Başkanı Şeyh-ül İslam Alizade Ahunud Ağa Cevadoğlu
Moskova camii imamı İsmail Rahmetulin, Kameraddin Salihov vs.
         Sovyet rejiminin ağır şartları altında bazı gezici din adamları İslam dinini yaymak için evlerde toplantılar düzenliyorlardı.
Dindar Müslümanlara karşı mücadele,
Geleneklere ve milli yaşayışa karşı mücadele,
         Ancak bütün bunlar bizde, her türlü din aleyhtarı komünist taarruzlarının, İslamiyet’in tesir ve nüfusunu ortadan kaldırmaya muvaffak olamayacağı kanaatini uyandırmaktadır. İslamiyet, Sovyet Müslümanlarının milli değerlerini koruduğu gibi, Sovyetler Birliği’ndeki Müslümanların ileride dini, milli ve siyasi hürriyete kavuşmalarını sağlayacak iç kuvvetleri de takviye etmektedir.

    SOVYETLER BİRLİĞİNDEKİ TÜRK HALKLARININ ARKEOLOJİ VE TARİHİ

         Karadeniz steplerindeki Türk oymaklarının, Türk ve Moğolların gelişlerine, yani 13. yüzyıla kadarki tarihi, karışık, çapraşıktır ve yeteri kadar aydınlanmış değildir. Bu da, biri iç, öteki dış olmak üzere iki sebepten ileri gelmektedir. Türk oymaklarının kültürleri arasında mevcut derin yakınlık ve bu konunun yeteri kadar araştırılmaması hususu, iç sebeplerin başında gelir. Sırf siyasi olan dış sebep de şudur; Sovyet hükümeti, tarih ilimlerine, özellikle arkeolojiye aşırı bir siyasi mana ve önem vermektedir. Bu hususu, Sovyetler Birliğindeki Sovyet arkeolojisinin idarecileri, mesela, önce A.Mongayt, daha sonra da S.Kiselyov ve başkaları tarafından defalarca açıklanmıştır.
         Sovyet hükümeti, arkeolojiye özel bir önem verdiği için bu ilim, bugün Sovyetlerde yüksek bir seviyeye ulaştırılmış bulunmamaktadır. Arkeolojik incelemeler Sovyetleri nedense korkutmaktadır.Sovyetlerde yapılmakta olan tüm arkeoloji işleri ‘’Kültür Tarihi Enstitüsü’’ tarafından yürütülmektedir. Bu çeşit ilmi arkeoloji ve etnografi enstitülerinden Sovyet müttefik ve muhtar cumhuriyetlerinde dahi bulunmaktadır. Aynı suretle, ahalisi Türk olan cumhuriyetler hariç, bazı cumhuriyetlerde kalifiye uzmanlar yetiştiren ve aspiranlık bölümü de olan arkeoloji enstitüleri vardır.                                            
      Aspiranlığı bitirdikten ve hazırlanan tezi savunduktan sonra, bu enstitülerden Sovyetler Birliğinde arkeolojinin ayrıldığı bölümlere göre uzman-arkeologlar mezun olmaktadırlar. Arkeoloji bölümleri şunlardır. Taş devri, tunç devri, İskit-Sarbat arkeolojisi, kadim arkeoloji ve İslav-Rus arkeolojisi. Sovyetler Birliğinde Türk arkeolojisi namına bir şey yoktur. A.Mongayt, Sovyetler Birliğindeki arkeolojik kültürün genel durumunu anlatırken, kadim kültürleri yukarıda verdiğimiz şemaya göre ele almakta ve bir kelime de olsa Türk arkeolojisinden söz etmemektedir.
         Aynı surette, İ. Şovkopliyas dahi, Ukrayna’da 40 yıl süren arkeolojik kazılar hakkında yazmış olduğu eserde Türk arkeolojisine yer vermemiştir. Oysa ki, aslında Ukrayna-Rus tarihinde Türk halkları, Tatarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenegler, Tork Türkleri ve Kıpçaklar özellikle büyük rol oynamışlar ve kendilerinden sonra bütün Ukrayna’da ve bilhassa Poros ve Dnets-Don havzalarında muazzam sayıda eserler bırakmışlardır.
         Türk oymakları, milletlerin büyük göçleri zamanından ve belki dah da önceden Doğu Avrupaya gelmeye başlayarak buralarda, özellikle Karadeniz steplerinde bin yıla yakın bir süredir bulunmuş ve bu yerlerde kendi kültürlerinin muazzam eserlerini ve özellikleni bırakmakla bir tarih yaratmış oldukları, üstelik bu tarih te Doğu Avrupa tarihi ve dini için büyük bir önem taşıdı halde, Sovyetler Birliğinde türk arkeolojisi mevcut değildir. İlmin bu kolundan uzmanlar yetiştirilmediği gibi Türk arkeoloji eserleri de araştırma konusu olmamakta ve dolayısıyla ilmi tetkiklerden uzak kalmaktadır. Hristiyan haçı bile Türk kökenlidir. Bir kaide olmak üzere Türk eserlerinin bulunuşu tesadüfi bir vasıf taşımaktadır. Sovyetler Birliği İlimler Akademisinin rapor veya tebliğ mahiyetini taşıyan Maddi Kültür Tarihi Enstitüsünün yıllık plonem toplantılarında Türk arkeolojisi ve tarihi hiçbir zaman ortaya konulmamış ve bugünde konulmaktadır.
         1920 yıllarında Kırım’da Osman Akçoraklı adlı büyük bir Türk arkeoloğu yetişmişti. En büyük buluşları arasında Hristiyan haçının Türk menşeili olduğunu tespit etmek vardır. Ama 1930 un başlarında Osman, ‘’burjuva-nasyonalisti’’ diyerek tevkif edilmiş ve ilelebet ortadan kaybolmuştur. Türk tarihçisi namına bir kişi bile mevcut olmadı.
         A. Mongayt, ‘’Sovyetler Birliğinde Arkeoloji’’ adlı kitabında 250 ye kadar Rus ve bugünkü Sovyet arkeologlarının adlarını saymaktadır. Bunlar arasında soy adlarına bakılırsa, Sovyetler Birliğinin nispeten büyük milletlerine mensup temsilciler yer almaktadır ama bir Türk’e rastlamak mümkün değildir. Bu da son nüfus sayımına göre, Sovyetler Birliğindeki Türklerin sayısı 25 milyonu bulduğu ve aralarında sayısız aydınların da bulunduğu bir durumda yapılmaktadır. Müttefik ve muhtar Türk cumhuriyetlerinde üniversiteler, yüksek teknik okulları ve ilim akademilerinin bulunduğunu da unutmamak lazımdır. Böyle olmakla beraber, Sovyet hükümeti, Türkleri kendi milletlerinin arkeoloji ve tarihleriyle meşgul olmaya bırakmıyordur.
         Türkler kendi atalarının ulu tarihi hakkında fazla bir şey öğrenmiş olurlarsa, kendi gelecekleri için de böyle bir ululuk hayaline kapılabilirler düşüncesiyle Sovyetler Birliğinde ancak tarım, sanayi, teknik, edebiyat ve başlıca olarak Komünist partisi alanlarında etkili olacak aydınlar yetiştirmeye gayret ediyorlardı. Bu durum elbette ki tesadüfi değildir ve siyasi mahiyette bir takım sebep ve  mülahazalarla vücuda getirilmektedir. Bu anormal durum, bazı Sovyet araştırmacılarında dikkatinden kaçmamıştır. Mesela, bayan S.Pletneva safdilce (safça) bir hayret ile şöyle yazmaktadır.
         ‘’Sovyetler zamanında Günet rus stepleri göçebelerine eskide olduğu gibi, çok az önem verilmiştir….Doğu Avrupa topraklarındaki göçebe eserlerin arkeolojik araştırma işlerine hemen hemen son verilmiştir. Başka devirlere ait Kurgan kazılarında tesadüfen ele geçen Hüyükler temizlenmiş, tespit edilmiş ve bazen de yayınlanmıştır.’’
         S. Pletneva ihtilalden önce göçebe-Türklerin eserlerini tetkike meşgul olmuş bir çok büyük Rus arkeologlarının adlarını vermektedir. Şunu da ilave etmek gerekir ki, S. Pletneva’nın eserinde ancak Sarkale kalesi kalıntılarını ve bununla ilgili bir çok Türk höyüklerini tetkik eden Sovyetler Birliği İlimler Akademisi Maddi Kültür Tarihi Enstitüsü arkeoloji heyetinin çalışmaları esas olarak ele alınmış bulunmaktadır. Şu da var ki, bu çalışmalar Türk eserlerini tetkik gayesi ile değil, Don kıyıları ve vadisindeki bütün arkeolojik eserleri su altında bırakarak Tsimliyan gölünü vücuda getiren İdil-Don kanal ve barajı ile ilgili olarak yapılmıştır.
         Bilindiği gibi, Rusya ihtilalinden çok daha önce, Türk arkeolojisi alanında çalışmalara başlanılmış ve önemli sonuçlar tetkik edilen Türk göçebelerine ait 332 Kurgan höyükten takriben 300’ü ihtilalden 40 yıl önceki sürede, 40’ ı da ihtiladen sonraki 40 yılda tetkik edilmiştir. Sovyet devrinde Türk eserlerinin tetkiki, ihtilalden önceki zamanla kıyaslanacak olursa, aşağı yukarı 8 defa azalmış demektir. İhtilalden önceki devirde Türk eserlerini tetkikle meşgul N. Brandenburg, V. Gorodtsev ve A. Spitsan gibi değerli arkeologlar bulunmuş iken Sovyet devrinde bunların ölçüsünde bir arkeolog bile yetişmemiştir.
         Şunu da kaydetmek gerekir ki, Sovyet arkeologları tarafından tetkik edilen Türk eserleri tesadüfen ele geçmiş yahut da Don’da, İdil-Don inşaat çalışması sırasında yada Dniyeper’de inşaat heyetinin çalışmalarında olduğu gibi, üzerinde yeni inşaat yapılacak topraklar üzerindeki genel tetkiklerde ortaya çıkmıştır. Göçebe Türklerin ilk çağlara ait tarihini ele alan büyük ve değerli eserlerin 1917 ihtilalinden önce yazılmış olması, ihtilalden önceki devirde ne derecede bir gelişmeye ulaştığını göstermektedir.
         Sovyet idarecilerinin Türk eserlerine ve Türk tarihine karşı bu tutumu, hiç şüphesiz, sırf parti mülahazalarından ve Sovyetler Birliği Türk halkları arasında ‘’pantürkizm’’ in ve sözüm ona ‘’burjuva-nasyonalizmi’’ nin gelişeceğinden duyulan endişeden doğmuştur. İşte Sovyetlerin sade Türk arkeoloji ve tarih eserlerini ihmal değil, aynı zamanda asıl Türk tarihini itibardan düşürmek ve tahrif etmek yolundaki arzu ve çabasının kaynağını da bu endişede aramak gerekir.
         Bununla beraber, bazı bölgelerin mesela, Türkmenistan’ın tarihinde Türkler, çok büyük roller oynamışlar ve kendilerinden sonra dünyaca önem kazanmış mimari eserlerini de içine alan çok eserler bırakmışlardır ki, bunları burada sükutla geçiştirmeye imkan yoktur. Bu gibi hallerde Sovyet arkeologları, partinin siparişini yerine getirmek sureti ile Türk-Moğol oymaklarının bütün tarihleri boyunca ancak istilacı, yağmacı ve her türlü kültürü yıkıcı olduklarını ispata çalışmaktadırlar.
Türkmenistan’ın nefis Türk eserleri Orta Asya ve Sibirya’nın kölelik ve feodal şehirleri kısmına alınmıştır. Mamafih, bu durumda bile Türk oymaklarının tarihi rolünü görmezlikten gelmek hiç te mümkün olmamıştır. A. Mongayt, bu durumdan kurtulmak için parti siparişini yerine getirmek üzere Türk-Moğol oymaklarının tarihlerindeki inanılması ve kabulü oldukça güç şekillerle vasıflandırmaktadır. A. Mongayt diyor ki;
         ‘’ Türkler Afdallılar devletini ortadan kaldırmışlardır…12. yüzyıl başlarında Orta Asya Moğollar tarafından fethedilmiştir. Şehirler yıkılmış, ahalinin çoğu imha olunmuştu… 14. yüzyıl sonlarında Harezm, Timur tarafından bozguna uğratılıp perişan edilmiş, sulama sistemi tahrip edilerek memleket çöl haline getirilmiştir…
Semerkant, Moğolların eli ile harap bir hale geldi… Moğolların gerek Semirecye ve gerekse başka yerlere yaptıkları akınlar ekonomi ve kültürün, şehirlerin gelişmesine büyük bir darbe indirmiştir…Semirecye şehirleri yeniden kurulamadı. Harezm şehri yeniden kuruldu ise de yeniden Timur tarafından harap bir hale getirildi…. Arasızca yapılan yağmacı seferleri…’’
         Türkmenistan’da ve Güney-Sibirya’da arkeoloji işlerinde çalışmış olanlardan S.Tolstov ve S.Kiselyov, bunların arkasınca da M. Mason ve başkaları da Orta Asya ve Güney Sibirya’da yerli kültürü vücuda getiren esas halkın İskit-Sarmat kavimleri yani İrani kavimler olduğunu ispata çalışmaktadırlar. Onlara göre, Türk-Moğollar ise ancak istilacı, yağmacı ve her çeşit kültürü tahrip ve imha eden kavimler olmuşlardır. Orta Asya’daki bütün nefis mimari ve başka maddi medeniyet eserleri Türkler tarafından değil de, esir olarak çalıştırılan yerli İranlılar tarafından vücuda getirilmiştir.
         S. Tolstov’un Harezm’deki kazılarında bulunan ve olaya şahit olan Sovyet vatandaşı bir Türk’ün bana anlattığına göre, S. Tolstov bir höyükte oldukça belirli mongoloid çizgiler taşıyan bir kafatasını ele geçirince, güya bilmeden üzerine basarak kırmıştır. Böylelikle, kazılar neticesinde başlıca olarak İran, Avrupaid tipindeki kafa tasları ele geçirilmiş ve muhafaza edilmiştir.
         Sovyet şartları ve Sovyet arkeologları tarafından yapılan bazı sahtekarlıklar biçin bu hikayede inanılmayacak bir yön olmadığı kabul edilir sanıyoruz.
         Parti siparişlerini yerine getirmeye çalışan Sovyet tarihçileri, her vesile ile Türk halklarının tarihini tahrif etmeye çabalıyorlar. Mesela Kırım Türkleri, Kırım’dan tehcir edildikten ve İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra Akmesçit’te akademisyen B. Grekov’un başkanlığında tarihçiler konferansı toplanmıştı. Konferansın görüşeceği mesele, ileride bütün tarih çalışmaları, tarih ders kitapları için mecburi olacak Kırım tarihinin yeni şemasını işlemek olacaktı. Bu konferans, hiç te doğru olmayan şu kararlara varmıştı.
İslavlar, Kırım’a miladın başlarından itibaren yerleşmeye başlamışlardır.
3.4. yüzyıllara ait Got kültürünün ünlü eserleri, mesela, gayet nefis bir Got kuyumcu işçiliği ile süslenmiş meşhur Soğuk-Su makberesi ‘’İslav’’ ustalarının işçiliği diye ileri sürüldü.
Kırım Hanlığı, Kırım kültür ve tarihinde her hangi bir iz bırakmamış tesadüfi ve geçici bir merhale gibi kabul edilmiştir.
         Böylelikle Gotlar, Kırım tarihinden tamamı ile silinmiş, İslavlar da Kırımı takriben 3 bin yıl önce ele geçirmişler, Kırım Türkleri ise, ancak Kırımdan Ukrayna ve Moskova’ya yağmacı akınlar yapmış ve kendilerinden sonra hiçbir kültür eseri bırakmamışlardır. Kırım tarihini bu şekilde tahrif, elbette ilmi değil, oldukça açık ve sırf siyasi bir amaçla yapılmaktadır ki o da şudur; gerek Cermen kavimlerinin ve gerekse Türklerin Kırım tarihinde bir rol oynamadıklarını göz önüne sermek ve Kırım üzerinde bir hak iddia edeceklerini ortaya koymak ve Kırım tarihinde idareci rolü her zaman İslavlar ve daha sonra Ruslar oynamışlardır fikrini telkin etmek.
         Baştan sona kadar yalan ve sahtekarlıklarla dolu Sovyet propagandasını bir tarafa bırakarak yalanlanması imkansız tarihi vakıalara dönecek olursak, tamamı ile başka bir manzara karşısında bulunacağızdır. Moskof çarları, daha 16. yüzyılın ortalarından beri, Türk devlet ve halklarını istilaya, yağmaya ve izlemeye başlamışlardır. Türklere karşı bu siyaset, daha büyük ve daha kötü şekilde olmak üzere Sovyet hükümeti tarafından yürütüle gelmiş ve bugün de yürütülmektedir. Rus hükümetince yapılan bu hareketin mahiyetini ve nasıl yürütüldüğünü ne de olsa bazı vakıalardan öğrenmek ve ona göre hüküm vermek mümkündür. Mesela, 1768-1774 yıllarında Rus-Türk savaşı sıralarında sertliği ile tanınan meşhur Rus kumandanlarından Suvorov, muntazam orduya sahip olmak gibi bir üstünlükten faydalanarak Kuban’da kadınlar, ihtiyarlar ve çocuklar da dahil, Nogay ordusunun hemen hemen tamamını imha etmiştir. Ancak birkaç çadırdan ibaret zavallı kalıntılar Hazer denizi steplerine kaçabilmişlerdi. Boş kalan Kuban stepleri de sonradan İslav Kazaklarla iskan edilmişti.
         Kırım istila edildikten sonra, topraklar Kırım Türklerinin elinden alınarak Rusya’dan gelen göçmen Rus toprak ağalarına ve köylülere dağıtılmıştı. Kırım Türkleri de Türkiye’ye sürüldüler. 1828, 1853, 1856, 1877 ve 1878 yıllarındaki Rus-Türk savaşında Nogay Türkleri Kuzey Tavrid’den kitle halinde Rus hükümeti tarafından Türkiye’ye sevk ediliyorlardı. Bu sürgün ve göçler, oldukça iptidai ve vahşi şartlar altında cereyan ettiğinden göçmenlerin yarısı, gıdasızlıktan, dizanteri ve diğer salgın hastalıklardan yollarda telef oluyorlardı.
         19. yüzyılın ikinci yarısında Rus hükümeti, Başkırt ve Kazak Türklerini yağmalamaya başladı. Muazzam, geniş ve iyi topraklar, ellerinden alındı, hemen hemen tamamı Rus memurlarına dağıtıldı. Aynı suretle, Kamlıklar da İdil ve Maniç nehirleri arasında yarı çöl steplere tehcir ediliyor ve iyi toprakları ellerinden alınarak Don at yetiştiricileri arasında paylaştırılıyordu. Kamlıklar da ‘’sürü gözgücü’’ gibi bu adamların yanında hizmet için alıkonuluyordu.
         Rus generali M.Skoblev, Türkistan’ı istila için Hive, Hokand ve Gök-Tepe üzerine yürümüştü. M. Skoblev, bir hücumla Gök-Tepe’yi işgal ettikten sonra, bu kadim ve zengin şehri, yağma etmeleri için üç günlüğüne askerlerine emir vermişti. Askerler üç gün üç gece şehrin sivil halkın öldürüyor, kadınların ırzlarına tecavüz ediyorlar, en küçük değer bile taşısa yağma yapıyorlardı.
         Pek te uzak olmayan bir geçmişte, Sovyet hükümeti, Kazak Türkleri ve hayvancılık yapan Kırgız Türkleri arasında zorla kollektivize siyasetini uygulamaya başladı. Bunun üzerine onlar da yüzbinleri bulan yığınlar halinde hayvanlarıyla beraber Afganistan’a ve Doğu Türkistan’a firar yolunu tutmak zorunda kaldılar. Bu firar esnasında susuzluk, gıdasızlık ve yemsizlik yüzünden kaçanlardan ve hayvanlardan yarıdan çoğu yollarda telef oldu. Yüz kilometrelerce uzayan hareket yolları cesetler ve hayvan leşleri ile örtülmüştü. Aynı zamanda Sovyet ordu birlikleri, hava kuvvetleri, ‘’basmacılık’’ ile mücadele bahanesiyle Türkmen köylerini imha ediyor ve bu arada hiçbir kabahati olmayan ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar da ortadan kaldırılıyorlardı. İşte, böylelikle ileride Türkistan’ın bakir ve çorak steplerini benimseme için toprak sahaları hazırlanıyordu.
2. Dünya Savaşı sonlarında Sovyet hükümeti, baştan başa Kırım, Karaçay, Balkar Türklerini, Çeçen İnguşları ve Kamlıkları Orta Asya’ya tehcir etmişti. Tehcire tabi tutulanlar bu yüzden kendi çiftliklerini, evlerini, hayvanlarını ve bütün mal ve mülklerini kaybetmişlerdi. Bir süre önce, tehcir edilmiş bu halklara,Kırım Türkleri hariç anayurtlarına dönme müsaadesi verilmişti. Ama, dönenlerin sayısı çok az olmuştur. Bir kısmı tehcir sırasında telef olmuş, çoğunluk da evlerine dönmekten korkup çekinmişlerdi.
Sovyet hükümeti, 1954 den beri, sözüm ona ‘’bakir ve çorak toprakları benimseme’’ işine başlamıştır. Bu gaye ile Kazakistan ve Kuzey, Güney Sibirya’da 30 milyon hektarlık yer işgal edilmiş ve eskiden Türklere ait olan bu topraklarda yüzlerce sovhoz kurulmuş ve hala da kurulmaktadır. Buralara milyonu aşkın Rus ve Ukraynalı yerleştirilmiştir. Bu iskan bugün de devam etmektedir.
         13. yüzyılda Türk-Moğollar hemen hemen bütün Rus ve Ukrayna prensliklerini ellerine geçirmişlerdi. ‘’Tatar boyunduruğu’’ diye anılan bu hakimiyet, aşağı yukarı 250 yıl devam etmiştir.Şunu kabul ve itiraf etmek gerekir ki, Türk-Moğol hakimiyetinin, feodal merkezi Moskof devletinin kuruluşuna büyük yardımı dokunmuştur. Üstelik Türk-Moğollar, hiçbir zaman Ortodoks kilisesini takibata maruz bırakmamış, Rus prenslerinin iç yönetim işlerine karışmamış ve hiçbir vakit yığınlar halinde Rus ahalisini imha etmemiş, ellerindeki toprakları almamış, hele halkı hiçbir yere tehcir etmedikleri gibi, Rusları Türkleştirmeyi de denememişlerdir.
         Hal böyle iken, daha Çar hükümeti, Türk halklarını, bilhassa Rus-Türk savaşları sırasında, izleyerek dış ülkelere sürmüş ve topraklarını da ellerinden almıştı. Sovyet hükümeti ise, Türk halklarında milli şuur belirtileri namına ne varsa, hepsini şiddetli tedbirlerle ortadan kaldırmaya gayret etmektedir. Sovyet hükümeti, bu gaye ile Türk halklarını birleştiren İslam dinini amansızca takibata maruz bırakmaktadır. Camiler kapatılıyor, tahrip ediliyor, bazı ahvalde de din duygusuna hakaret maksadı ile camiler, domuzluğa çevriliyordu. Uydurma ve düzme suçlarla mahkemeler kuruluyor ve imamlar toplama kamplarına sürülüyordu. Nihayet, tehcir siyaseti ve ahaliyi karma şekle sokma gayreti, okullarda Rusça öğretim, Türk yazısını Rus-Kiril alfabesine çevirme teşebbüsü ve Türkçeye, Rusça ve müşterek Avrupa kelimeleri sokmak yoluyla topyekun bir Ruslaştırma yapılmaktadır. Milli Türk menfaatlerini savunma yolunda yapılan en ufak bir hareket, ‘’pantürkizm’’ ve ‘’burjuva nasyonalizmi’’ yada ‘’sınıf düşmanlığına başkaldırma’’ suçlarından ele alınıyor ve buna maruz kalanlar da en azından toplama kamplarına yollanıyorlardı. Bundan başka, parti ve tarih anlayışında, Sovyet tarihçileri daima, Türk halklarının Rusya ile birleşmelerinin gerçekte ise Rusya tarafından istilalarının onlar için büyük bir ilerleme, önem ve mana taşıdığını ispatlamaya çalışıyorlardı.
         Yukarıda sözü edilen dış siyasi sebeplerden başka, Türk göçebe oymaklarının tarihini tetkik ev aydınlatma işi, üstelik iç sebepler dolayısıyla da zorlaşmaktadır. Bu zorluk bu oymaklar arasında göze çarpan akrabalıktan, daima karışma ve maddi kültürler arasındaki büyük yakınlıktan ileri gelmektedir.
         Hazarlarla Bulgarlar, Peçeneg, Tork Türkleri ve Kıpçaklar, aynı suretle Kıpçaklarla, tarihte Tatar adı altında bilinen Türkler arasındaki mençe, dil ve kültür bakımlarından yakın akrabalık ve sıkı münasebetleri babında, bir çok kaynaklarda iyi şeyler söylenmiştir. Mesela bu arada, İpayitev vakayinamesi, Arap meelliflerinden İbni-Hordad Bey, Kaşgarlı Mahmud, Bizanslı Konstantin Porfirogenet, Anna Kommen ve başkalarını hatırlamak mümkündür. Bayan S. Pletneva bu hususta pek haklı olarak şöyle yazmaktadır.
         ‘’Bu halkları, gerek tarih gerekse arkeoloji yönünden ayırd etmek oldukça zor bir iştir. Bir millet hakkındaki bilgi, başka bir milletlere ait bilgilerle oldukça karışmış ve örtülmüş bir durumdadır. Her üç milletin (Peçeneg, Tork Türkleri ve Kıpçaklar) eşya malzemeleri hemen hemen aynıdır.Defin adet ve törenleri, önemsiz bazı ufak teferruatlar hariç, bir ayrılık göstermemektedir. Bu ayrılıklar da yerine göre ya ortadan kayboluyor, ya da  Güney-Rus steplerinde yer değiştiren göçebeler arasında her zaman olduğu gibi milletlerin birleştikleri veya karıştıkları zamanlar da bir değişiklik gösteriyorlar.’’
         S. Pletneva’nın bu söylediklerine yalnız şunu eklemek gerekir ki, Türk halklarının yer değiştirme ve karışması birkaç yüz yıllık süre içinde olmuş ve Ural’dan Tuna’ya kadar uzanmıştır.
         Aynı sosyal gelişme seviyesinde, aynı tabiat şartları içinde bulunan ve aynı ekonomi vasfını taşıyan milletlerin, üstelik hele akrabalık ve müşterek bir dil ile de birbirlerine bağlı olacak olurlarsa, ister istemez sade maddi kültür alanında değil, belki ideoloji hususunda da aynı durumda olacakları, tabii ve kaçınılmaz bir şeydir. Buna göre de Güney-Rus steplerinde Türk halklarının maddi kültürüne ait çok sayıda eserler bulunmasına rağmen, biz bugüne kadar bu eserleri anlayıp kavramış değilizdir. Hun kültürünü asla bilmiyoruz. Bulunmuş bazı eserler Hun eseri diye kabul ediliyorsa da, bunlar her zaman için itibari bir tarif olmaktan ileri gidemiyordur. Avarların, Macarların, hazarların kültürlerini de bildiğimiz yok. Peçeneg ve Tork Türklerinin kültürleri hemen hemen farksızdır ama, bu mesele etrafında Sovyet arkeologları arasında görüş ayrılıkları vardır.
         Sovyetler Birliğinde Türk arkeolojisinin böyle bir durum arz ettiği sırada S. Pletneva’nın, Türk kültürlerini sistemli bir şekle sokma yolunda ilk deneme olması itibariyle göçebe Türkler hakkında yazmış olduğu ve yukarıda söz konusu ettiğimiz eser, özel bir önem kazanmış oluyor. Onun içindir ki üzerinde durulmaya değer bulmaktayız.
‘’ Güney Rus steplerinde Peçenegler, Tork Türkleri ve Kıpçaklar’’ adını taşıyan bu eser, 1951-1953 yıllarında Aşağı Don havzasının çok geniş sahalarında, özellikle Hazarlara ait Sarkel şehir-kale şehrinin ve bir çok Türk eserinin bulunmuş olduğu Tsimliyansk Kazak köyleri dolaylarında araştırma yapan Sovyetler Birliği İlimler Akademisi Maddi Kültür Enstitüsünün İdil ve Don arkeoloji heyetinin tetkikleri ile ilgili olmak üzere vücuda getirilmiştir. Bu araştırmalar sayesinde Don’un sağ kıyısındaki Türk şehri Sarkel kalıntıları epeyi tetkik edilmiş ve çok sayıda Türk höyükleri bulunmuştur.
         Elbette, S. Pletneva’nın eseriyle, Türk arkeoloji problemlerinin çözülmüş olduğu söylenemez. Ayrıca ortaya çıkan sonuçların bazılarını olduğu gibi kabullenmek de bir parça zordur. Ama, genel olarak Sovyetler Birliği’nde Türk arkeolojik malzemenin sisteme bağlanması ve izlenmesi yolunda ilk deneme oluşu bakımından eserin meydana gelişini memnuniyetle karşılamak gerekir.
         Göçebe –Türklerin bırakmış oldukları ana tip eserlerin özelliği şu ki, bu eserler bize hemen hemen bilhassa Kurgan höyükleri şeklinde intikal etmiştir. Bununla beraber höyüklerin envanteri, her zaman özel bir vasıf taşımakta ve milletin maddi kültürünü tamamı ile ortaya koymaktan uzak bulunmaktadır. Türkler, yerleşik hayata geçtikleri bir çok yerlerde, yerli ahali ile karışmış, onların kültürünü almış, ancak ideolojilerini aksettiren defin adetlerini uzun bir süre için muhafaza etmişlerdir. Bilhassa Don ve Donets havzalarında daha geniş olarak yayılmış ‘’Saltov-maytık’’ adıyla anılan kültürü, bu çeşit bir kültür karmasının özel bir örneği gibi göstermek mümkündür.
         Buna göredir ki, S. Pletneva göçebe-Türklerin kültürünü tespit ve tarif etmeğe çalışırken Türk urgan höyüklerine baş vurmuştur. Bu iş planında o, 332 göçebe Türk kurgan höyüğü hakkında bilgi toplamış ve bunları gömme merasiminin bir çok emarelerine ve eşya malzemesine göre beş guruba ayırmıştır.
         Birinci guruba alametleri bir çok yönden aynı olan 48 höyük kompleksi alınmıştır. S. Pletneva, bu gurubu, esasen 10. yüzyıla mal etmekte ve bu gurup komplekslerinden ancak bazılarının 9. hatta 11. yüzyıla ait olabileceğini sanmaktadır.Coğrafi bakımdan bu höyükler, İdil’den Moldovya ve Macaristan’a kadar yayılmaktadır Bu tip höyükler, toplu olarak Porosye, Don ve Donets’de özellikle Sarkel şehri dolaylarında bulunmuştur. Birinci guruba dahil höyükler ve bunların belirtileri kültürü S. Pletneva, yerinde olarak Peçeneglere mal etmektedir. S.Pletneva, ikinci guruba Donets’de bulunan ancak üç höyük almaktadır. Yani o kadar höyükten sadece üç höyüğü Türklere mal ediyor. Elbette, göçebe Türkün üç ana gurubundan hiçbiri kendisinden sonra ancak 3 höyük bırakamazdı. Buna göre de S. Pletneva’nın bu 3 höyüğü Türklere mal edişinden, bütün Türk höyüklerinin bununla bitmiş ve tükenmiş olduğu manası çıkartılmamalıdır. Bu höyükler çok ihtimal taşıdıkları özellik dolayısıyla şu veya bu sosyal guruba bağlı bulunmamaktadır. Bize kalırsa, bunların Kıpçaklara ait olması gerçeğe daha yakın olmalı. Çünkü höyüklerin yapılarında ağaçtan yapılmış minyatür heykelcikler ‘’Baba’’lar bulunmaktadır. Halbuki, Karadeniz steplerindeki ‘’Taştan heykelcikler’’ hemen hemen hepsi Kıpçaklara, çok az bir kısmı da daha önceki Türk kabilelerine aittir. Profesör Miller’in söylediğine göre Rus arkeolojisinin ve yerli ahalinin ‘’Taş babalar’’ diye adlandırdıkları Türk anıtlarının ismi, Baba’dan geliyormuş. Bundan başka, bir anıtın üzerinde bulunan bir Orhon yazısından o zamanki göçebe Türklerin bu taş anıtları ‘’Balbal’’ diye adlandırdıkları anlaşılmıştır. Böylelikle ‘’Taş baba’’ tabiri ‘’Baba’’ yada ‘’Balbal’’ manası taşımaktadır.
         S. Pletneva, karışık tipteki, yani kendi ifadesiyle ‘’gruz-tork’’ ve karaklobuk birliğine dahil olan höyükleri üçüncü guruba ayırmaktadır. Bu guruba 150 höyük kompleksi girmektedir. Bu arada Pletneva’nın dediğine göre, Kıpçaklar, her iki birliğin nüvesini teşkil etmektedirler. Bu gurup sadece höyük sayısının çokluğu ile değil, aynı zamanda oldukça karışık ve karanlık olması nedeniyle de öteki guruplardan ayrılmaktadır. İhtimal, bu durum, Kıpçaklarla Türklerin birbirleri ile karışması neticesinde meydana gelmiştir. Kronolojik olarak bu, 9.-12. ve 13. yüzyıl tarihlerine rastlamaktadır.
         S. Pletneva, 78 höyüğü de dördüncü guruba ayırmaktadır. Bu guruba giren höyük kültürü, bundan önceki guruba oldukça yakındır. Fakat, bir parça yüksek bir gelişme seviyesi gösterdiği gibi, çok sayıda eyer, okluk ve at koşum takımının süsüne yarar bezekli kemik parçalarını da ihtiva etmektedir. Müellif, bu kültürün daha önceleri de kabul edildiği üzere, Kıpçaklara ait olduğunu kaydetmektedir. S.Pletneva, son beşinci guruba, Kuzey Donets nehri havzasındaki biriken 40 kurgan höyüğü dahil etmektedir. 11-13. yüzyılların daha sonraki zamanlarına ait olan bu höyükleri S. Pletneva, Donets stepleri halkının Türkleşmiş olan kısmına, bilhassa Yas (Alan) lara mal etmektedir. Fakat bu faraziye için ileri sürülen deliller, şimdilik ikna edici bir yeterlik taşımaktan uzaktır.
         İşte böylelikle S. Pletneva, ritual ve kültür bakımından Türk höyükleri hakkında topladığı bilgileri, Peçeneg, Tork Türkleri, Karışık Türk-Peçeneg, Kıpçak ve Kıpçak-Alan olmak üzere 5 guruba ayırmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen S. Pletneva’nın ortaya koyduğu göçebe Türklerin kültür şeması, bazı ahvalde yeteri kadar aydın olmadığı için bir takım şüphelere yol açmaktadır. Çünkü, ileride daha çok malzemenin toplanmasına ve şemanın tam bir şekil almasına çok büyük ihtiyaç vardır. Her şeye rağmen deliller ve arkeolojik kazılar Rusya’nın Türk yurdu olduğunu ortaya koyar.
         Kurgan höyüklerinin beşinci gurubu da mühim şüpheler uyandırmaktadır. Burada Tork Türkleri kültürü, Alan ve Bulgar kültürüyle karıştırılmıştır. Donets ve Don havzalarında bilinen şey tamamı ile aksidir. Bulgar ve Alanlarla karışmış Tork Türkleri yerleşik bir hayata geçtikten sonra onlardan, kurgan olması olmadan çukurlara gömme adetini aldırmışlardı.
         S.Pletnevya’nın eseri, Türk arkeoloji malzemesinin sistemli bir şekle sokulması yolunda yapılan ilk denemedir. İleride daha başka malzemelerin sistemli bir şekle sokulması yolunda yapılan ilk denemedir. İleride daha başka malzemelerin toplanmasına ve gurupların tamamlanmasına ihtiyaç olduğu şüphesizdir. Şunu da söylemek gerekir ki S. Pletneva, malzemeleri toplama sırasında mümkün olan bütün kaynaklardan faydalanmış olduğubnu, bütün merkez müzelerini, step boyu üzerindeki müzeleri dolaştığını yazıyorsa da, toplamış olduğu malzemeler tam olmaktan uzaktır. Faydalandığı malzemeler arasında sade el yazması raporlar ve müzelerde bulunan bazı höyük kompleksleri değil, hatta çoktan beri yayınlanmış ve iyice bilinen malzemeler bile yer almış değildir.
         Mesela, ben uzun yılları bulan araştırmalarımdan S. Pletneva’nın göz önüne almadığı bazı noktaları gösterebilirim. 1905’de Pokrask karşısındaki Mius nehrinin sağ kıyısında tetkik ettiğim, serpuşunda yarı halkalar bulunan ve lacivert cehennem taşından yapılmış 5 tane eşkenar dörtgen (Main) biçiminde gerdanlıklı bir Kıpçak kadını höyükü. Burada ilgi çeken nokta şu ki, yarı halkalar, S.Pletneva’nın bildirdiği gibi gümüşten değil, altın kaplamalı bakırdan yapılmıştı. Eşkenar dörtgenden yapılmış gerdanlıklara Kıpçak ‘’taş baba’’larında sık sık rastlanmaktadır. Bu çeşit lacivert-cehennem taşından mamul eşkenar dörtgenlerden Novoçerkask Müzesinde de vardı. Bu höyükler resimli olarak vaktiyle yayınlanmıştı.
         S. Pletneva, 1934’de  Karpovka (Don nehrinin sol kolu) nehrinin sağ kıyısında tetkik ettiğim son derece ilgi çekici bir Kıpçak höyüğünden söz etmemektedir. Buradaki kurgan dolmasında ayakları, karnına doğru bükülmüş bir at höyükte çok sayıda kemikten yapılmış tokalar ve gem süsleri de ele geçirilmiştir. Bu kemik işleri takımı Ermitaj müzesine alınmıştır.  Höyük hakkında bilgi resimli olarak yayınlanmış bulunmaktadır.
         1930 da Zaporoj’da Dniyeper nehrinin yüksek sol kıyısında tetkik ettiğim at ve kılıçlı höyük dahi, S. Pletneva’nın meçhulü kalmıştır. Bu höyükte en fazla dikkati çeken eşya, çok iyi muhafaza edilmiş kemikten levhalı, asmak delikler, deriden yapılmış bir okluk idi. Oklukta demirden ok uçları, çürümüş sap kalıntıları vardı. Bu höyük hakkında edindiğim bilgi, resimleriyle beraber 1930’da Dneprostroy arkeoloji heyetinin çalışmaları hakkında verdiğim ve Kiyev’de Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti İlimler Akademisi Enstitüsünün arşivinde bulunan raporunda yer almıştır. Bu höyükte bulunan eşyalar da Dneprostroy müzesine alınmıştı.
         S. Pletneva, 1902 yılında Taganrog eyaletinde Guşelşikov çiftliğinde A. Miller tarafından tetkik edilen Kıpçak höyükten dahi söz etmiyor. İskeletin göğsünde, Kıpçak taş erkek ‘’baba’’larının göğüslerindekini oldukça hatırlatan bakır süsler vardı. Höyük hakkındaki bilgi resimlerle beraber yayınlanmıştı.
         1906’da Mius nehrinin sağ kıyısında Malçevski köyü civarında bir höyük tespit etmiştim. Büyük bir ihtimal ile Kıpçaklara ait bu höyükte muharibin koynunda oval biçiminde iki büyük akik boncuk vardı. İskeletin yanında eğri bir kılıç bulunuyordu. Bu höyükte bulunan eşyalar, kısa bir mütalaa yazısı ile beraber Tagangrov müzesinde bulunuyordu.
         D. Evarnistki tarafından da 1903 de Yekaterinoslav vilayetinin Aleksandrovsk ilçesinde oldukça ilgi çeken tetkikler yapılmıştır. Burada zengin bir kadın höyüğünde bakırla kaplanmış ağaçtan iki tekerlekli araba kalıntıları bulunmuştu.
         Dneprospetrovsk müzesinde özel vitrinlerde Dneptorostroy’da V. Grinçenko’nun idaresi altında çalışan arkeoloji heyetinin kazıları sırasında bulunan ve zenginlik yönünden oldukça ilgi çekici kadın höyüğü yer almıştır. İskeletin alnında nefis bir şekilde tuçtan yapılmış iki dizi üzerinde elmas taklidi ajurlu yıldızlar ki her halde serpuş kalıntıları olacak ki bulunuyordu. Ellerde bilezik ve yüzüklerle süslenmişti.
         Böylelikle özel olarak Türk arkeolojisi ile hiçbir zaman meşgul olmamış benim gibi bir adam, bilhassa Türk kültürünü karakterize için oldukça önemli olan, fakat S. Pletneva’nın araştırmalarında yer almamış bir çok Türk höyüğü hakkında bilgi sahibi bulunduktan sonra, artık gerçekte gözden kaçmış bu çeşit höyüklerin ayrıca oldukça fazla olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. S.Petneva’nın araştırmaları taraflıdır ve Türk kültürünü silmeye yöneliktir.
         Ama tarih susmuşsa, yada susturulmuş sa, arkeoloji henüz son sözü söylememiştir. Arkeolojiyi susturmak, tarihi yok etmek mümkün olmayacaktır bunlar evrensel değerlerdir. Ne zaman bilmiyoruz, ileride Sovyetler Birliğinde durum değişerek Türk ‘’burjuva nasyonalizmi’’ ve ‘’pankürkizm’’ karşısında duyulan panik derecesinde korkunun ortadan kalkacağını umuyoruz.  Türk arkeolojisi kendi haklarını elde edecek ve Türk ilim adamları, Türk eserlerini arkeoloji bakımından araştırma hak ve imkanını kazanacaklardır. Bu eserlerin özel araştırmaları daha bir çok yeni, hatta belki beklenmedik şeyler ortaya koymuş olacaktır. Unutmamalı ki, Türk eserleri yığınının bulunmasına ihtimal verilen bir çok yerler, bugüne kadar asla araştırılmamış değildir.
         Daha çocuk iken, vaktin ağır basan tarih şemasına göre, bize Rusya üzerinde 250 yıl süren ‘’Tatar boyunduruğunu’’ öğretiyorlardı. Güye Rusya, bu yüzden Avrupa’dan kopmuş bir duruma düşmüş, gelişme bakımından ondan yüzlerce yıl geri kalmıştır. Gerçekte ise bu ‘’boyunduruk’’ hemen hemen sözde bir boyunduruk olmaktan ileri gidememiştir. Altınordu Hanları, Rus prenslerine normal bir itaat göstermelerini kabul ederek kendilerinden ancak haraç almakla yetinmişlerdi. Buna karşılık Moskof Çarları, daha 16. yüzyılda Kazan, Astrahan ve Sibirya Tatar hanlıklarını 17. yüzyılda da Pasifik Okyanusuna kadar Sibirya’nın tamamını oralarda yaşayan Türk-Moğol halklarını istila altına almışlardı. Moskof çarları 18. yüzyılda Kırım ve bütün Karadeniz step hattını, 19. yüzyılda ise, Kafkasya ve Orta Asya’yı işgal etmişlerdi. 18. yüzyılın sonlarından itibaren ise Çar hükümeti Türk halklarının topraklarını ellerinden almaya başlamış, 19. yüzyılda ise Türkleri dış ülkelere sürmüştü.
         Ama Türk halklarını sistematik ve şiddetli bir izleme, yoğun bir baskı ve soykırım politikası bilhassa Sovyet iktidarı zamanında başlamıştır. Bu iktidar zamanında gerek yerleşik çiftçiler gerekse hayvancılıkla meşgul göçebe halk arasında zorla kollektivize siyaseti uygulanmıştır. Türk halkları yığınlar halinde tehcire tabi tutulmuş, toprakları, mal, mülk ve canları ellerinden alınmıştır. Nihayet tehcir ve Rus ahalisiyle karıştırmak yolu ile de zorla Ruslaştırma başlamıştır.
         İşte, Türkler için oldukça ağır olan böyle bir durumda, Sovyet arkeolog ve tarihçileri ‘’Tatar boyunduruğu’’ zihniyetini daha fazla öne çıkartıyor ve yapılanları perdelemek istiyorlardır.
         Ama, objektif tarih vakıaları gerçekte kimin, Türk halklarının mı? Yoksa Moskof çarlarının mı, özellikle Sovyet diktatörlüğünün mü, saldırgan istilacı ve zalim olduğunu yalanlamayacak bir şekilde ispat etmektedir. Sovyet Hükümetinin Türk bilim adamlarına arkeoloji ve bilimsel alanda yol vermemesinin sebebi budur.


                       TATARİSTAN MİLLİ YAZARLARININ KADERİ

         Moskova’lı Drujba Narodov adlı ‘’Milletlerin dostluğu’’ dergi 5 Mayıs 1957 tarihinde Kazan Türklerinin tanınmış şairlerinden Hasan Tufan’ın kaderi hakkında kısa bir yazı yayınlamıştır. Bu yazıda Sovyet Siyasi Polisinin (NKVD) gazabına uğrayan şairin, uzun yıllara mahkum olarak, Vorkuta, Peçera ve Sibirya’nın Sovyet temerküz kamplarına nasıl sürüldüğü hikayesi anlatılmaktadır. Dergi’nin yazdığına göre, Tufan bu sürgünden, ‘’ Sovyet sistemine karşı her hangi bir küskünlük ve kin hissi beklemeden ‘’ dönmüş bulunmaktadır. Moskovalı dergi, okyucularını şair Tufan’ın bir vatansever olmasına rağmen, hemen hemen 20 yıllık sürgün hayatı süresince, güya ‘’Sovyet Komünist rejiminin sadık taraftarı’’ olarak kaldığına inandırmaya çalışmaktadır.
         Bu yazı, Drujba Nadorov dergisince, Stalin’in ölümünden sonra, Sovyet hükümetinin, Sovyetler Birliği milli azınlıklarına karşı yürüttüğü ‘’yeni siyaset’’ propagandasını yapmak maksadı ile yayınlanmıştı. Dikkat çekici yanı şudur ki, şairin kaderine ve sürgünden dönmesine hasredilen bu kısa yazıda, şairin ‘’Sovyet rejiminin sönmeyen sadakati’’ teranesinin üç defa tekrarlanmasına lüzum görülmüştür. Bununla beraber yazıda, itibarın iadesi meselelerinde öteden beri tatbik edilen Sovyet siyasetine uygun olarak, Tufan’ın tevkif ve sürgün sebepleri hakkında bilgi verilmediği için, onun her hangi ‘’cinayet’’ işlediğine dair bir hükme varmaya imkan yoktur. Yazıda, Tufan’ın sürgünü hakkında gayet sati bilgi verilmekte ve sudan cümleler kullanılmaktadır. ‘’Çevremizden kopartılmış’’,’’tekrar dönmüş’’, ‘’onun şahsi talihsizliği’’ vs hikayeler anlatılmaktadır. Bununla Tufan’ın uzun yıllar süren sürgün hayatı maskelenmek istenmektedir.
         1954-1958 yıllarında edebiyat ve basın alanındaki Sovyet ahlakını karaktarize bakımından dikkate değer bu yazının kısmen iktibası faydalı olur kanaatindeyiz, bakın gazete ne diyor.
         ‘’ Tufan, Tatar Sovyet şiirinin rükünlerinden biridir. 1920. yılların ortalarında gazete ve dergi sahifeleri sık sık onun şiirleriyle süslenmeye başlıyor. Tufan, Hadi, Taktaş, Kavi Nemci, A.Feyzi ile beraber, genç Tatar Cumhuriyeti şiirinin ateşli  mugannisi ve yetkili mümessili olarak, sahneye çıkıyor. Tufan o yıllarda memlekette cereyan eden her şey hakkında şiirler yazıyordu. O her konuyu büyük bir duygu ile işliyordu. Düşman iftirası şairi uzun yıllar süresince aramızdan kopardı, attı ve şimdi 1956 yılında ‘’Sovyet Edebiyatı’’ dergisinin 12. sayısında yeniden tanıdık bir isme, Hasan Tufan’ın ismine rastlıyoruz.  Biz tekrar onun şiirlerini okuyor, onun heyecan dolu şairane sesini duyuyoruz, bu ses temiz ve berraktır. Şair eskisi gibi bize hislerinin zenginliğini, düşüncelerinin derinliğini duyuruyor. Tufan çok görmüş ve geçirmiş bir insandır. Tayga ormanları, soğuk Usa’nın suları, Sibirya’nın ıssız sahaları, Kazanlı şairin hafızasında ebediyen muhafaza edilecektir. Fakat şair, her yerde vatan aşkıyla yaşamıştır.  İşte, bu vatan aşkıdır ki, onu manevi çöküntüden, ümitsizlikten kurtarmıştır.  İnsan, şirin geçirmiş olduğu felaket ve yalnızlık yılları hakkındaki acı sözlerini korku ile okuyor ve ızdırap ile haksızlıkla çökmüş ruhunu görmek endişesiyle satırlara göz attırıyor ve artan bir inançla, şairin şahsi felaketini, hüzünlü şahsi düşüncelerini, vatan hakkındaki düşüncelerinden tamamı ile ayırabilmiş olduğunu görüyor. Tufan’ın yeni şiirlerinde içten gelen yurt sevgisi çınlıyor… Tufan! Şiirle dolu şanlı bir isim… Biz tekrar Tufan’ın şiir ve manzumelerini okuyor.’’
         Tufan’ın kaderi hakkındaki Sovyet propaganda yazısı müellifinin bu parlak tantanalı sözlerinin arkasında, şairin büyük faciası gizlidir. Tufan hemen hemen 20 yıl, halkın buzlu cehennem adını verdiği Sovyet temerküz kamplarının ağır şartları içinde yaşamıştır. Onun, yazar G. İbrahimov, hicv yazarı M.Budaylı, şair ve dram yazarı Fethi Burnaş, dram yazarı Kerim  Tinçurin, tenkitçi profesör G. Nimati, yazar-profesör G. Tolımbay,şair G. Muhammedşin gibi pek çok dost ve yurttaşları mecburi emek ve açlığa dayanamayarak Sovyet temerküz kampları ile hapishanelerinde can vermişlerdir. Hasan Tufan açlık, soğuk ve sefalet ile hakaretlere katlanarak, her nasılsa hayatta kalmış ve ölüler diyarından yurduna dönmeye muvaffak olmuştur. Onun Stalin terörü zamanında tevkif edilen bazı meslektaşları, İkinci dünya Harbinin arifesinde veya içinde serbest bırakılmışlardır. Mesela, Kavi Nemci (1901-1957) tahliye edilmiş ve cephede Kazanlı Türk er ve subayları arasında Sovyet propagandasını yapmaya zorlanmıştır. Fakat Hasan tufan, 1956 yılına kadar temerküz kamplarında tutulmuştur. Tufan’ın tahliyesi ancak, Stalin’in ölümünden ve Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 20. kongresinden sonra mümkün olabilmiştir.
         Sovyet propagandası, komünist rejimin bu kurbanından, Sovyet hükümetinin 1953 den sonra tatbik ettiği yeni siyasi hattın menfaatine faydalanmak için azami gayret sarf etmekte ve onu komünist nizamını seven, sadık bir Sovyet vatanperveri gibi takdim etmeğe yeltenmektedir. Drujba Narodov dergisine göre, ‘’Tufan vatan hasretini değil de, vatana sadakati terennüm ederek dönmüştür.’’ Halbuki Tufan, kendi gerçek vatanını Tataristan-İdil-Ural’a olan sadakat ve sevgisinden hiçbir zaman şüphe etmemiştir. Onun, işte bu vatan sevgisinden ötürüdür ki, başına bu kadar bela gelmiştir. Sovyet propaganda dergisi, Tufan’ın vatanı ile Sovyet rejiminin aynı şey olduğunu göstermeye çabalamaktadır. Fakat bu, kuyruklu yalandan başka bir şey değildir. Tufan’ın öz vatanını, eskiden olduğu gibi bugün de onun ideolojisine ilk yeri işgal etmektedir. Tufan sürgünden döndükten sonra, karşımıza bir Sovyet-ajan sıfatı ile değil ki eskiden de değildi olgun ve ağırbaşlı bir milli şair olarak çıkmaktadır. Tufan’ın Sovyet kürek cezasından evvel traktör, yükse fırın ve uyanıklık hakkında şiir ve manzumeler yazdığı doğrudur. Fakat o, bununla, halkına hizmet ettiğini düşünüyordu. Sovyet temerküz kamplarında ise o, rejim, millet ve vatan kavramlarını çok iyi ayırt etmesini öğrenmiştir. Sovyet temerküz kamplarında cereyan eden ve onun insan ve milli haysiyetini kıran sayısız olaylar şüphe yok ki, şairin hafızasında kalacaktır. Sovyet dergisi ise propagandasını şu şekilde sürdürmektedir. ‘’Düşmanın iftirası, uzun yıllar boyunca şairi aramızdan koparıp atmıştı’’ diyordu. Fakat bu düşmanı açıklayamıyordu.
         Acaba Tufan hangi cinayetten dolayı bu kadar uzun bir cezaya çarptırılmıştı? Bilindiği gibi Tufan, kendi kudretli kabiliyet ve kaleminden, adalet ve hakikat uğrunda bir mücadele silahı olarak faydalanmak istemişti. Onun ilk şiirleri 1924 yılında yayınlanmaya başlamış ve derhal dikkat nazarı çekmişti. Tufan’ın, yaratıcılığının ilk devresinde, siyasetten uzak problemlerle ilgilendiğini ve eserlerine başlıca olarak aşk, tabiat, aile ve saadet gibi konular seçtiğini görmekteyiz. Fakat, Sovyet parti organlarının tehdit ve baskısı nedeniyle Tufan’ın yaratıcılığında yavaş yavaş bir değişiklik husule geliyor.
         Kazan Türklerinin bir çok çağdaş yazarları, gerek tek başlarına gerekse birlikte hareket ederek, Sovyet rejiminin baskısından kurtulmak, hür yaratıcılığı savunmak gayretlerinde bulunmuşlar ve bununla da Bolşeviklerin edebiyatı tamamen Sovyet rejiminin menfaatlerine tabi kılmak teşebbüslerine karşı koymaya çalışmışlardır. 1927 yılında şair, G. Kutuy’un idaresinde ‘’Yediler’’ adı altında gizli bir edebi gurup teşekkül etmişti. Bu gizli gurup, Tataristan Edebiyat Cemiyetinden Moskova taraftarlarını atmak ve hür, milli yaratıcılığı temin etmek maksadı ile Edebiyat Cemiyetinin idaresini eline geçirmek istiyordu. Fakat, bu gizli teşkilatın ömrü kısa sürdü. 1930 da Sovyet makamları tarafından çıkartılan bu teşkilat dağıtılmış, üyeleri tevkif edilmişti. Bu olaydan sonra Sovyet makamlarının Kazan Türklerinin milli yazarları üzerindeki baskısı bir kat daha şiddetlendi. Bolşevikler bakımından şüpheli yazarlar edebi faaliyetten uzaklaştırılarak sürgüne gönderildiler. Yazarların bazıları yurtları Tataristan’ı ve mensup oldukları Kazan Türklüğünü lüzumundan fazla methetmekle, diğerleri de dar milliyetçi formalist vs ile suçlandırılıyorlardı. Bununla ilgili olarak Sovyet Edebiyat Ansiklopedisi Kazan Türklerinin edebiyatı hakkında, o yıllarda şöyle yazıyordu.
         ‘’ 1926 dan 1937 yılına kadar tatar edebiyatı, bir çok yıllar boyunca Tatar edebi teşekküllerinin kilit mevkilerinde bulunmuş olan aksi-inkılapçı bir gurup tarafından idare ediliyordu. Bugün meydana çıkartılan bu halk düşmanı milliyetçi gurup, edebiyat cephesinde zarar verici faaliyetlerde bulunuyordu. Bunların himayesinde, 1930 da meydana çıkartılan ‘’Yediler’’ adı altında aksi-inkılapçı edebi bir teşkilatta kurulmuştu. Bütün bu düşman ajanları açığa vurulmuş bulunmaktadır.’’
         Fakat Sovyet makamlarının tüm bu baskılarına rağmen, Tataristan’ın bazı milli yazarları kendi temiz inançlarını muhafaza etmek ve milli vicdanlarının sesine uyarak yaratıcılık faaliyetlerine devam etmek cesaretini göstermişlerdir. İşte, bunlardan birisi de Hasan Tufan idi. Sovyet idareciler onu komünist ruhunda yetiştirmek ve Sovyet işçi ve kolhozcu-köylülerin hayat ve psikolojisini tetkik maksadı ile sık sık köylere ve fabrikalara gönderiyorlardı. Bu suretle onu, Sovyet idarecilerinin istediği şekilde Sovyet hayatını tasvir etmeye zorluyorlardı. Bu baskı neticesinde, 1930 dan sonra Hasan Tufan’ın eserlerinde yeni Sovyet hayatını aksetmeye başladı. Bu yıllarda Sovyet idarecilerin siparişi üzerine yazılan ve Sovyet gerçekliğini idealize eden Tufan’ın eserleri ‘’ilerlemeye çağırış’’parolası ile doludur.  Böyle olmakla beraber, onun bu şiir ve manzumeleri yüksek sanat değeri bakımından eşsizdir.
         Tufan araştırmalarda bulunmak üzere bir yıl müddetle fabrikalara gönderilmişti. Bu tetkik seyahati neticesinde Tufan’ın Tataristan Sovyet işçilerinin hayatını tasvir eden bir çok manzume ve şiirleri intişar etti. Manzumelerinden birinde Tufan Kazanlı Türk işçilerinin bir toplantısından bahsetmektedir. Hatipler bermutat, Sovyet idarecilerini methedici basmakalıp nutuklar söylemekte ve nutuklarını; ‘’Yaşasın Sovyet Hükümeti! Yaşasın Komünist Partisi! Yaşasın Lenin Stalin’’ diye bitirmektedirler. Bu sözlerden sonra da konuşma hakkı bir Türk işçisine veriliyor, işçi komünist hatiplerin yüzüne baka baka şöyle der;
Parti de yaşasın,
Lenin de yaşasın,
Sovyetler de yaşasın,
Ya kendimiz ne vakit yaşayacağız?
         Tufan’ın bu eseri çıktıktan sonra Sovyet parti organlarınca şiddetli bir tepki yağmuruna tutulur. Onu faşist, milliyetçilik, devlet düşmanlığı suçlamaları ile Tataristan Sovyet Yazarları Birliğinden ihraç ederler.
         1930 lu yılların ortalarında ise Komünist Partisi Kazan Türklerinin milli edebiyatına karşı, bu sefer oldukça merhametsizce taarruza geçiyor. Şair Hasan Tufan hemen hemen 20 yıl boyunca Sibirya’nın temerküz kamplarında çile çekmiştir. Tatar edebiyatının ünlü isimlerinden G. İbrahimov ise Kazan hapishanesinde işkenceler dayanamayarak vefat etmiştir. Ayrıca ünlü şair ve yazarlar Kerim Tinçürin, F. Burnas, G. Nimati, Slah Atnagul, Fatih Seyfi ve Mahmut Budaylı ile bir çok sanatçı işkencelerde öldürülmüştür.
         Şair Hasan Tufan’ın ağır kaderi hiç şüphe yok ki, eserlerinde bir takım izler bırakacaktı. O sürgünde iken de eser vermeye devam etmiştir. Fakat, onun Sovyet temerküz kamplarında yazmış olduğu eserlerinde biz, tam bir manevi çöküntü, çaresizlik gibi haleti ruhiyeye rastlamıyoruz. Stalin’in ölümünden sonra ise yazarlara baskı azaltılmış ve üzerlerindeki kontrol gevşemişti. Bu meyanda Hasan Tufan’ın da itibarı sözde iade edildi. Bununla beraber işkencelerde ve kamplarda hayatlarını kaybeden yazarlarında itibarları iade edildi.
         Hiç mübalağa etmeden söylenebilir ki, Sovyetlere Birliğinde yazarların ve sanatçıların durumu devlet memurları ile aynıdır. Yazar doğrudan doğruya Komünist Partisinin kontrolü altındadır.